GENETİK YAPISI DEĞİŞTİRİLMİŞ GIDALAR-GDO TEHLİKELİ Mİ?
Dünyada bilim çevresi tarafından 21. yüzyılın teknolojisi olarak kabul edilen bu
teknoloji 1973 yılında yaşanan petrol krizi sonrasında, yüksek oranda enerji kullanımına
gerek göstermeyen alternatif bir teknoloji gibi kabul görmüştür. Bunun yanında
moleküler-biyoteknolojideki gelişmelerin ürün aşamasında meyvelerini vermesi bu
kabulü güçlendirmiştir. Neticede yeni gelişmeler ile birlikte verimliliğin ve üretkenliğin
artırıldığı, yeni ürünlerin üretilebildiği modern biyoteknoloji doğmuştur. Herhalde en
büyük etken, artan nüfus, doğal kaynaklardaki daralma ve ekolojik fakirleşme gibi
menfiliklerin etkisini hafifletmek olsa gerek.
Bir canlıya, başka bir canlıdan gen aktarılması veya genetik yapıya müdahale ile yeni
genetik özellikler kazandırılmasını sağlayan teknolojiye GEN TEKNOLOJİSİ denir. Gen
teknolojisi kullanarak tabii süreçlerle elde edilmesi mümkün olmayan yeni nitelikler
kazandırılmış organizmalara da GENETİK YAPILARI DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR ve
tabii olarak da gıdalar denir.
1994 yılında ilk genetiği değiştirilmiş gıda olarak, olgunlaşması geciktirilmiş
domatesi örnek verebiliriz. Bu yeni teknoloji ile üretilen ürünlerin güvenilirliği en çok
tartışılan konular arasında yer almıştır. Bu teknoloji kötü niyetlilerin kullanımına açık
olması yanında, yenilikler ile birlikte gelen bilinmeyenleri de bir risk olarak beraberinde
taşımaktadır. Bu riskler:
* Bu teknoloji ile elde edilmiş olan ürünlerin genetik müdahaleler esnasında arzu
edilmeyen ve beklenilmeyen nitelikler kazanması ihtimalidir.
* Her bir türün kendi içindeki genetik çeşitliliğin korunmasındaki zorluk. Modern
tarım birçok çiftçiyi verimi yüksek tek tip bitki ve hayvan çeşitlerine yöneltmiştir.
Ancak, gıda üreticileri çeşitliliği bir kenara bıraktıklarında, kimi özelliklerle birlikte
çeşitler ve ırklar da ortadan kaybolabilmektedir. Gen havuzundaki bu hızlı daralma
uzmanları kaygılandırmaktadır.
* FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) tahminlerine göre tarımsal
ürünlerdeki genetik çeşitliliğin yaklaşık dörtte üçü son yüzyıl içinde kaybedilmiştir.
6.300 hayvan ırkından 1.350’si ya tamamen yok olmuş ya da yok olma tehdidi altındadır.
Bu bakımdan, bitki ve hayvanların gen bankalarında, botanik bahçelerinde ve hayvanat
bahçelerinde korunmasına yönelik küresel çabalar büyük önem taşımaktadır. Ancak,
tarım yapılan alanlarda ve doğada biyolojik çeşitliliğin korunması da en az bunun kadar
önemlidir. Çünkü tabiatta dengeleri bozmak hızlı ve kolay, eski haline döndürmek hem
masraflı, hem de oldukça güçtür. Zaten bunu istesek bile, bu zaman zarfında yok olmuş
biyolojik çeşitliliği geri kazanmak neredeyse imkansızdır.
Tarımda en çok üzerinde çalışılan özellikler, hastalıklara ve zararlılara karşı, yabancı
ot ilaçlarına karşı dayanıklılık, meyve olgunlaşma sürecinin değiştirilmesi, raf ve
depolama ömrünün uzatılması ve aromanın arttırılmasıdır. Bu teknolojinin en başarılı
olduğu bitkiler, domates, patates, mısır, soya fasulyesi, pamuk, tütün ve kolzadır. Bu
alanda en fazla üretim ve çalışma yapan ülkeler, ABD, Arjantin, Kanada ve Çin’ dir.
Yıldız Teknik Üniversitesi Biomühendislik Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Şeminur
TOPAL’a göre bu masum imajlı çalışmanın en büyük handikapı ürünlerin çok geniş bir
yelpazede kullanılmasıdır. Mesela, mısırı ele alalım. Üretim sadece mısırla kalmıyor,
nişastası, çorbası, yağı, unu, gofreti, krakeri derken çok sayıda ürüne yayılıyor. Soya ise
yaklaşık 900 türev üründe tüketiliyor. Türkiye’nin AB’ye verilen taahhüt nedeniyle 2 yıl
içerisinde bu ürünleri tesbit edecek laboratuarı kurması gerekmektedir. Ancak herhalde
bu ürünlerin asıl üreticisi olan ABD ile olan sıcak ilişkilerin hatırına olsa gerek, 2 yıldır
bu kanunlar çıkarılamamaktadır.
Tartışmalar, gen aktarmayla, insan ve çevre sağlığını menfî yönde etkileyebilecek
verilerin bulunabileceği kuşkusu üzerinedir.
Bu kuşkular;
1- Genetik çeşitliliğin azalması ve gen kaynaklarının yok olma ihtimali: Çok büyük
coğrafyalarda tek yönlü yapılan tarım ile beraber o coğrafyaya ait biyolojik çeşitlilik
geriye dönülmez bir şekilde azalıp yok olmaktadır. Bunun nedeni ise, mono kültür tarım
ile her türlü hastalık ve zararlılarda meydana gelebilecek dengesizliklerdir. Neticede bu
durum yaban bitki ve hayvan popülasyonun da onulmaz hasarlara neden olacaktır.
2- Uygulanan teknik yöntemlerde oluşabilecek ve teknolojinin bilinmeyen sahasında
kalan herhangi bir sürpriz ile, elde edilen gıdalarda şaşırtıcı menfi neticeler ile
karşılaşılabilir. Çünkü genetik müdahale ile tabii denge üzerinde yapılan bu etkiler,
istenmeyen dejenerasyonlara (bozulmalara) da sebebiyet verebilir. Böylece sürpriz bir
şekilde çok kalitesiz ve niteliksiz ucube ürünler elde edilebilir.
3- Genetiği değiştirilmiş mikroorganizmaların toprak mikroorganizma yapısına menfi
etkileri. Teknolojik müdahaleler ile değişikliğe uğratılmış mikroorganizmalar, asıl ve
hayatî öneme haiz olan toprak bünyesindeki mikroorganizmaları menfi yönde etkileyerek
mikro dengeyi bozabilir. Hatta bir çoğunun yok olmasına sebebiyet verebilir.
4- İnsan ve hayvan bünyesindeki mikroorganizmalarla birleşme ihtimali: Uğraş
sahamızın canlı olması hasebi ile genetiği değiştirilmiş mikroorganizmalar, gıda olarak
tüketildiklerinde girmiş oldukları hayvan ve insanlara ait canlı organizmalarla birleşme,
onu yok etme, onu başkalaştırma ve neticesi belli olmayan tuhaf bir birleşik
organizmanın meydana gelme ihtimali.
5- Antibiyotiğe dayanıklı genin kullanılması neticesi insanlarda antibiyotiğe
dayanıklılığın artması: Bu organizmaların antibiyotiğe dayanıklılığı için yapılan
çalışmaları sonucu elde edilen gıdaları yiyen canlılarda da aynı etkiyi gösterme riski ve
tabiatıyla, herhangi bir zorunlulukta kullanılması icap eden tedavi amaçlı antibiyotiğin
etkisiz kalma ihtimali doğar.
6- Aktarılan genlerin diğer alanlara ve doğal çevreye sıçraması; Bu teknolojinin bir
parçası olan gen aktarımı neticesinde genlerin istenmemesi durumunda bile diğer canlı
ve tabii çevreye sıçraması sonucu, kontrolsüz bir açılım ve ardından biyolojik felaket
olabilir.
7- Böceklerin direnç kazanması; Aynı zamanda tabiat zincirinin bir halkası olan
böceklerin beslenme zinciri içerisinde bu organizmalardan etkilenip, değişikliğe
uğrayarak oldukça dirençli bir mekanizma geliştirebilmeleri riski,
8- Virüs kaynaklı genlerin, diğer virüslere gen transfer etme ihtimali,
9- İnsan ve hayvanda alerjik ve zehir etkisi olan genlerin aktarılması ile en masum
gıdalara taşınması neticesinde insanların her an bu toksitlerle(zehirleyicilerle)
karşılaşabilme riski.
10- Tabii ortamın bozulması ve tek yönlü floranın oluşması: Tabiatta var olan ve
devam eden o kusursuz dengenin bozulması sonucu; nebatî ve hayvanî çeşitlilik azalması
ve hatta tek yönlü floranın oluşması riski. Canavar nitelikli bir tabii paylaşımın olma
ihtimali.
11- Genetiği değiştirilmiş mikroorganizmaların yetiştiği ortamda diğer canlıların
etkilenebilmeleri
Bunun yanında bu ürünlerin lehine görüşler de mevcuttur.
1- Birim alandan daha fazla verim elde edebilmemizi sağlayan çeşitlere sahip
olabiliriz.
2- Verimin artması ve uygulanacak bakım ve mücadele masraflarının azalması ile
maliyetlerin düşmesi,
3- Besin öğelerince zenginleştirme imkânı (A vitamini, demir katkısı vb.) İstenilen
katkı ile istenilen içerikte gıda elde etme şansına sahip olabiliriz.
4- Ürünlerin içinde yenilebilir aşılar bulundurma imkânı: Aşı yüklemesi yapılma şansı
ile birçok hastalığın mücadelesinde pratik ve ucuz yöntemin sağlanması mümkün
olabilir.
5- Uygun olmayan şartlarda bile yetişebilen ürün çeşitleri: Çok zor şartlara bile
dayanabilen inatçı bir yapıya sahip mukâvemetli ürün çeşitlerinin elde
edilebilmesi.
Dünyada 840 milyon insan hala açlık çekmektedir ve bundan çok daha fazla sayıda
insan da yetersiz beslenmeye maruz kalmaktadır. Bu güne dek sergilenen küresel
çabalara rağmen dünyadaki açların sayısının azaltılabilmesi adına yeterli mesafe
alınamamıştır.
Asıl sorun, yetersiz gıda üretimi değil, haksız ve dengesiz paylaşım, hırs ve
ülkeler-kıtalar arası politik çekişmeler olsa gerek. Bunu şu basit örnekle ispatlayabiliriz.
Bugün kıta Avrupası halkının yıllık kozmetik harcaması dünyadaki tüm aç insanların gıda
ihtiyacının iki katıdır (yaklaşık olarak 16 milyar dolar). Bunun böyle olmasına sebep
herhalde, gücü ülkeleri bile aşmış, global bir otorite haline gelmiş çok uluslu şirketlerin
daha çok para kazanma hırsı için ülkelerin yönetimlerini ve yöneticilerini kendilerine
hizmetkâr edebilmeleridir. Bu tekeller kendi hayatiyetleri için milyarların hayatını hiçe
sayabilecek canavarca bir anlayış içerisindedirler.
SONUÇ
Bu teknoloji ile elde edilen gıdaların risk taşıdığı görüşü tüm dünya tarafından kabul
edilmiştir. Bu nedenledir ki başta AB devletleri olmak üzere birçok gelişmiş ülkeler bu
konuda güvenliği sağlamak amacıyla gerekli hukukî ve kurumsal alt yapıyı tanzim
etmektedirler. Fakat tüm bu belirsizliklere rağmen AB son yıllarda yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi dünyada ekonomik güç haline gelmiş kartellerin de etkisi ile yeniden
yaptığı mevzuat değişiklikleri ile bu tür gıdalara karşı koymuş oldukları gümrük
duvarlarının seviyesini oldukça aşağılara çekmiştir.
Son olarak şu nüansı belirtmekte de yarar görüyorum. Modern biyoteknolojinin
faydası, gerekliliği, kullanılıp kullanılmayacağı değil, bu teknolojinin nasıl kullanılacağı
ve bu teknoloji ile üretilen son ürünün kendisi üzerinde mütalaâ ve münazara edilmesinin
gerekliliğidir. Yani suç, teknolojinin değil onun hayat kazanması aşamasında meydana
gelebilecek aksiliklerin tahmin edilmesi ve bertaraf edilmesi belirsizliğindedir.
.......................................................................
Başlık : Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar
Yazar : Yrd.Doc.Dr.Rıdvan KETE
Sayı : 8.sayı (Ekim - Aralık 2005)
Konu : Kimyasal
İnsan yaşamının geleceği bir ölçüde biyolojik konular hakkında bilinçlenmeye ve
duyarlılığa dayanmaktadır. Gelecekte insanların günümüzden daha rahat, sağlıklı, uzun
ömürlü yaşayabilmeleri için çevre imkanlarını teknoloji ile geliştirmesi gerekmektedir.
Böylece biyoteknoloji ortaya çıkmaktadır.
Bir mal veya hizmet üretmek için canlı organizmalardan yararlanma teknolojisi
“Biyoteknoloji” olarak tanımlanmaktadır. Yoğurt, peynir, sirke üretimi biyoteknolojinin
insanlık tarihinde ilk adımlarıdır.
21. yüzyıldaki gen teknolojisi gelişmeleri biyoteknolojinin günümüzde insan yaşamının
her alanını doğrudan veya dolaylı şekilde etkilediğini göstermektedir.
Neden Genetik Yapı Değiştiriliyor?
Çeşitli araştırmacılar tarafından; ürünlerde verimliliği sağlama, böceklere karşı
dayanıklılık oluşturma veya piyasada uzun süre dayanıklılığı arttırma amacıyla
biyoteknolojiden faydalanıldığı belirtilmektedir. Fakat ekonomik yönden getiri sağlamak
temel faktör olarak görülmektedir. Bu amaçla özellikle domates, patates, mısır, kavun,
soya, pamuk gibi bitkilerde genetik değişiklikler yapılmaktadır. Bu teknoloji
laboratuvarla endüstriyel üretime geçişi hızlandırmıştır.
Genetik değişikliğe uğratılmış (gen aktarılmış) mikroorganizmalar, bitkiler,
hayvanlar, klonlanmış canlılar gibi farklı ürünler toplumun kullanımına sunulmaktadır. Bu
çalışmalarda biyogüvenlik koşullarını hiç aksatmadan doğaya ve topluma zarar
vermeyecek bir biyoteknoloji gereklidir.
Bitkilerdeki gen sayısının insanlardan çok fazla olduğu bilinmektedir. Bu kadar çok
genin kontrolunu sağlayan mükemmel bir gen dizilişi vardır. Bu düzenli sistem içine gen
naklinin sistemi hangi noktalarda nasıl etkileyeceği meçhuldür.
Genetiği Değiştirilmiş Organizma Nedir?
Her canlının, kendine özgü gen dizilişlerinin oluşturduğu bir kalıtsal yapısı vardır.
Canlı yaşamına ait bütün bilgiler genler şeklinde dizilerek DNA yapısında yer almaktadır.
Gen teknolojisi ile DNA içine bir yabancı gen yerleştirilir. Bu bağlamda canlılara ait bu
yapının gen dizilişinin, herhangi bir nedenle doğal yapısında bulunmayan başka karakter
oluşturması şeklinde elde edilen canlı yapılara "Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar"
(GDO) denilmektedir. Soya, mısır, patates gibi ürünlerin zararlılarına karşı, öldürücü
genler nakledilerek ürün korunmaya çalışılmaktadır. Bu genler zehirli proteinler
üretmektedir. Bunları yiyen böcekler ve kuşlar ölmektedir. Bu da ekolojik dengeyi
olumsuz etkilemektedir.
Genetik Yapı Değişikliğinin Etkileri
Canavar gıdalar, Frankeştayn gıdalar olarak da isimlendirilen genetik yapısı
değiştirilmiş ürünler Türkiye’de geniş çaplı pazar bulmaktadır. Yıldız Teknik
Üniversitesinden Prof. Dr. Şeminur Topal bitkilerdeki genetik yapı değişikliğinin
beslenme ile insan organizmasına aynen taşındığını belirtmektedir. Değişiklik geni
genellikle antibiyotiğe dayanıklılık genine bağlanarak taşınmaktadır. Buna bağlı olarak
Alzhaimer ve Deli Dana hastalığı artışının bu tip değişikliğe bağlı olduğu belirtilmektedir.
Gen transferinin gerçekleşmesi, tanımlayıcı gen olarak antibiyotik direnç geni
aracılığıyla kontrol edilmektedir. Aktarılacak gen, ilgili canlı DNA’sından alınıp, taşıyıcı
aracılığı ile birlikte gene aktarılıyor. Böylece bu taşıyıcı mikroorganizmalara geçerek bu
bakterilerin oluşturduğu enfeksiyonların kontrol altına alınmasını güçleştiriyor ve
antibiyotiklere karşı insanda dirençsizlik meydana getiriyor. Bu ürünler antibiyotiklere
karşı vücutta dayanıklılık oluşturuyor. Doğrudan alındığında insan ve hayvan
bünyesindeki mikroorganizmalarla birleşebiliyor. Böyle gıdalar besin olarak alındığında
insan vücudunda allerjik etkilere neden olmaktadır.
ODTÜ’ den Doç. Dr. Candar Gürakan ve arkadaşlarının Genetiği Değiştirilmiş
Organizmalar (GDO) ile ilgili Türkiye’ de yaptıkları araştırmalarda, ithal tohumlarla
üretilen 28 domates örneğinden 22’sinde antibiyotiğe dirençli bakteri geni bulunduğu
belirtilmektedir. Bu durum ülkemize gönderilen tohumlarda gen aktarımının yapıldığını
açıkça ortaya koymaktadır. Aynı araştırmacılar, değişik illerden alınan 5 mısır örneğinde
antibiyotiğe dirençli gen yanında yabancı DNA’ lara da rastlandığını belirtmektedir. Yine,
hayvan yemi olarak kullanılan mısırlarda daha güçlü Genetiği Değiştirilmiş
Organizmalarla karşılaşılmıştır. Ülkemizde Genetiği Değiştirilmiş Organizmaların özel
alanlarda araştırma amaçlı üretildiği ve kontrol edildiği iddia edilse bile, rüzgarlar, arılar
ve böceklerin etkisiyle bu özel bitkilere ait polenler geleneksel üretimlere
taşınabilmektedir. Bu şekilde genetiği değiştirilmiş ürünler, insan ve hayvanların besin
kaynağı olarak kullanılmaktadır. Antibiyotiklere karşı dayanıklı olan bu ürünler insan ve
hayvanlarda toksik veya allerjik etkiler oluşturmaktadır. Günümüzde allerjik astıma bağlı
solunum yetmezliğinin sık görülmesi dikkatleri çekmektedir. Aynı şekilde otoimmün
hastalık olan romatizmal hastalıkların yaygın olması veya tükenmiş bağışıklığın,
kanserin temel nedenlerinden biri olduğu düşünülürse, bu hastalıkların güncel ve sık
rastlanılması dikkatleri GDO üzerine çekmektedir.
GDO’lu tohumlarla üretilen mahsüllerin ertesi yıl tohumluk olarak kullanılamaması
nedeniyle bu ürünlere bağımlılığın getireceği, ekonomik bir yük söz konusudur.
ABD’de 1998 yılında 8.5 milyon hektar alanda genleri değiştirilmiş soya fasulyesi
yetiştirildiği düşünülürse, acaba bunlar nerede pazarlanmaktadır.
Günümüzde mısır, domates, soya fasulyesi, patates, kavun gibi gıdaları yemekten
korkuyoruz.
Acaba meyvelerin dışı başka içi başka mı olacak!. Korkuyoruz, aldığımız karpuzun içi
kavun, portakalın içi limon, kayısının içi incir, kivinin içi mandalin çıkacak diye.
Ne Yapmalıyız?
1. Yerli tohumdan üretilen gıdalar tercih edilmeli.
2. Şekil bozukluğu olan ve normalden iri meyve ve sebzeleri almamalıyız.
3. Ülkemizde Biyo-güvenlik kurulu oluşturulmalı ve işlerlik kazandırılmalıdır.
4. GDO ürünlerini ülkemize girişi yasaklanmalı veya kontrol altına alınmalıdır.
5. Ithal edilmiş GDO’ lu ürünler etiketlenmeli ve ambalajlarında mutlaka
belirtilmelidir.
6. Kaçak tohum girişi önlenmelidir
7. Özellikle GDO’ lu ürünlerden olan, ithal soya, mısır, pirinç ve ürünlerine karşı çok
duyarlı olmalıyız.
* Yrd. Doç. Dr., [email protected]
Kaynaklar
1. Şahin, Ş,. (2004), "Bitkilerde Gen Nakli", Gezgin, Sayı: 5, s: 030-033, TŞOF Plaka
Matbaacılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.
2. Ackerman, J., (2002), "Gıdalar Nasıl Değişiyor?.", National Geographic Dergisi,
Mayıs, s: 97-114.
3. Uslu, F., Kete, R., (2003), "Transgenik Ürünler.", Ekoloji-Çevre Magazin Dergisi, s:
33-35, Izmir.
.........................................................
Genetiği değiştirilmiş gıdalar (GDO) zararlı mıdır?
Bu konu üzerinde birçok fikir bulunmaktadır; fakat GDO gıdaların potansiyel sağlık
riskleri konusunda yeterli bir bilgi bulunmamaktadır, bu da bu konu hakkında bu zamana
kadar bir sonuca varılmamasının nedenidir. Bununla birlikte, GDO ürünleri üretmek
isteyen şirketler o ürünün güvenilirliğini test etmek zorundadırlar. Alışılmamış Gıdalar ve
1997 Alışılmamış Gıda Bileşenleri Yönetmeliği, AB Konseyi Yönetmeliğini alışılmamış
gıdalar için yürürlüğe koymuştur. Bu da, alışılmamış gıda ve bileşenlerinin marketlerde
yer almasından önce güvenirliğinin kanıtlanmasını gerektirmektedir.
GDO gıdaların evrimi hakkında birçok fikir geliştirilmiştir. Bazı fikirler uygun
bulunurken, yani genetik olarak modifiye organizma kullanılarak üretilen gıdalar ile GDO
kullanılmadan üretilen gıdalar arasında bir fark olmadığını iddia etmektedir; çünkü,
DNA'nın bir parçasını bir organizmadan diğerine taşıma yüzündendir, “yabancı” madde
kullanılmamıştır.
Buna karşılık olarak, GDO gıdaların sağlık etkilerine dair bağımsız (endüstriyel olmayan)
birkaç çalışmada bunların güvenliği hakkında güven kurulmuştur. Bazı araştırmalar
uygulanmaktadır, fakat bunlar daha fazla araştırma gerektiği göstermektedir, bunların
güvenliğinin araştırma kavramları ve metotları gibi.
Son zamanlarda, marketlerde bulunan ve FDA'ya uygun genetik olarak işlenmiş bütün
gıdalar, “genellikle olarak güvenli sayılan” (GRAS) kategoride yer alırlar.
...................................................................................................................
DEKLARASYON
Not: Bu metin GDO'ya Hayır Platformu,
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Deklerasyonu'nun özetidir.
Yaşam Patentlenemez
Uzunca bir zamandır sofralarımızı, sağlığımızı, geleceğimizi tehdit eden bir hayalet
dolaşıyor etrafta. Çok uluslu şirketlerin, gözü doymaz girişimcilerin başımıza sardığı bu
belanın adı: Genetiği değiştirilmiş organizmalar; kısa adıyla GDO. GDO, uluslararası
literatürde kısaltılmış şekliyle "GM" veya "GMO" olarak geçen "Genetically Modified
Organism"in Türkçe karşılığı. GDO'nun kapsamı içine genetik olarak değiştirilmiş bütün
organizmalar giriyor. Bu yazıda kastedilen GDO'nun tarifi şu: "Modern biyoteknoloji
kullanılarak elde edilmiş yeni bir genetik materyal kombinasyonuna sahip olan herhangi
bir canlı organizma."
Biyolojik "zenginlik"
GDO'yla ilgili en önemli kaygılardan biri; aktarılmış genlerin doğal bitki türüne
atlayarak, bulundukları çevredeki doğal türlerde genetik çeşitliliğin kaybına neden
olmaları, yabani türlerin doğal yapılarında sapmalara neden olmaları, ekosistemdeki tür
dağılımını ve dengeleri bozmaları.
Türkiye'de GDO konusunda en fazla dikkat edilmesi gereken konulardan biri bu.
Türkiye, biyolojik zenginlik bakımından çok şanslı bir ülke: Örneğin Avrupa ile
karşılaştırılacak olursa, Türkiye tür sayısı bakımından oldukça zengin. 11 bin bitki
türümüzden 2 bin kadarı, başka hiçbir yerde bulunmayan endemik türler. Bir ülkenin
bitki ve hayvan türleri açısından sahip olduğu zenginlik, aynı yeraltı kaynakları ya da
tarihi eserler gibi o ülkenin en önemli zenginliklerden biridir. Ekolog Barry Commoner'e
göre, ekolojik sistemler aşırı stres altında bırakılırsa, ani, şaşırtıcı felaketler yaşanabilir.
Yapısında kimyasal ilaçtan hayvan genlerine kadar pek çok yabancı madde barındıran
GDO'nun böyle bir strese yol açacağı şüphe götürmez. Commoner'e göre; "ekolojik
sistem bir yükselteçtir, öyle ki bir yerdeki küçük bir çalkantının başka bir yerde büyük,
uzak, uzun süre ertelenmiş etkileri olabilir." Modern tarımda kullanılan ve birbirlerinin
genetik yönden kopyası olan çeşitler, geniş alanlarda tek tip olarak yetiştiriliyor. Bu
yetiştirme yöntemi, yani monokültür, çeşitli ekonomik avantajlar sağlıyor, ancak doğada
her kazancın bir de bedeli var. Örneğin, monokültürdeki tek tip bireyler hastalıklardan
da aynı derecede etkileniyor. Ortaya çıkan bir hastalık tüm ürünü etkileyecek şekilde
hızla yayılabiliyor. Monokültür yayıldıkça, yediğimiz ürünlerden aldığımız besin ve damak
tadı da tek tipleşiyor.
Modern tarım yöntemlerinin yolaçtığı etkiler yüzünden zaten yeteri kadar azalmış olan
çeşitler de GDO'nun tehdidi altına giriyor. Çünkü GDO'ların aktarılmış genleri çevresinde
bulunan, geleneksel yöntemlerle üretilen ürünlere de geçebiliyor.
Arılar ve rüzgarlar GDO'lu polenleri alıp, komşunun geleneksel ekiminin üzerine
bırakıyor. Böylece civardaki, bitkiler genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin içerdiği böcek
ve ot ilaçlarına karşı dirençli hale geliyorlar. GDO karşıtlarınca Frankeştayn Gıda olarak
nitelenen, kolera bakterisinin genini taşıyan yonca, tavuk geni taşıyan patates, akrep
geni taşıyan pamuk, balık genli domates gibi gıdaların doğal çeşitliliğe verdikleri zarar
sonucunda yeni Frankeştaynların ortaya çıkmasına olanak sağlanıyor.
GDO ürünleri sağlığımızı nasıl etkiler?
GDO'lu ürünlerin temel sakıncalarından biri de insan sağlığına karşı olumsuz etkileri.
Uzmanlara göre, sağlık riskleri şunlar; antibiyotiklere karşı dayanıklılık oluşması, gıda
olarak kullanımda insan ve hayvanda toksik ya da allerjik etki yapması, doğrudan alım
durumunda insan ve hayvan bünyesindeki mikroorganizmalarla birleşme
ihtimali.
GDO'lu ürünlerin oluşturduğu sağlık risklerini doğrulayan bilimsel araştırmalara her
geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. Örneğin, Brezilya fındığının bir genine sahip olan
transgenik soya fasulyesi, fındığa alerjisi olanlarda alerjiye neden oluyor.
Rowett Enstitüsü'nde çalışan Arpad Pusztaria'nın son deneyleri GDO'larla ilgili yeni
kuşkular ortaya çıkardı. Sözü edilen çalışmada, genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin
fareler için toksik olduğu, bağışıklık sisteminde bozukluklar, viral enfeksiyonlar gibi
birçok etkileri olduğu ortaya çıktı. Genetiği değiştirilmemiş patateslerle beslenen
fareler gayet sağlıklıydı. Sonraki deneyler toksikliğin gen transferi yöntemiyle ilgili
olduğunu ortaya çıkardı.
Bir başka deney, besinler yoluyla aldığımız yabancı DNA'nın hücrelerimize
taşınabileceğini ortaya çıkardı. Yakın zamana kadar DNA'nın bağırsaklarımızda
sindirilebileceği düşünülüyordu. Ancak deneyler durumun aksini kanıtladı. Bakteriyel bir
virüsün DNA'larıyla beslenen farelerde bağırsak boyunca yaşayabilen ve kana
karışabilen büyük virüs DNA'sı parçaları bulundu. Alınan DNA'lar lökositlerde, dalak ve
karaciğer hücrelerinde de görüldü ve virüs DNA'sının fare genomuna yerleştiği
kanıtlandı. Hamile farelere yedirilen virüs DNA'sı, ceninin ve yeni doğmuş yavruların
hücrelerine geçtiği de belirlendi.
GDO verimi gerçekten artırır mı?
GDO sayesinde tarımsal üretimde büyük artışlar sağlanabilir mi? Ekoloji ve doğa
bilimleri alanında çalışan her bilimcinin üstüne basa basa belirttiği gibi; doğada bedelsiz
kazanç olmaz! Tarımsal üretimin artırılmasıyla sağlanan kazancın bedeli de artan çevre
kirliliği, küresel ısınma, yokolan türler ve daha sayılabilecek onlarca çevre sorunu.
GDO ürünleri ile yapılan tarım çok yeni olduğu için bu konuda rakam vermek çok zor.
Ancak sözü edilen kuralları bu alanda da geçerli sayabiliriz. Bu yeni uygulamayla bir süre
verim artışı sağlamak mümkün, ancak bu artışı kalıcı kılmak olanaklı değil. Tabii bu
arada ödeyeceğimiz bedeli de unutmamak gerekiyor.
GDO'lu çeşitlerden elde edilen verim, geleneksel tarımla elde edilenin altında. Bu, bu
işin patentini alan ticari şirketlerin söylemlerini tamamen yalanlayan bir olgu. GDO'nun
randımanı geleneksel tarıma oranla daha az, üstelik tohum başına daha yüksek fiyata,
bakım ürünlerinde de eşit masrafa sahip.
Genetiği değiştirilmiş organizmalar açlığa çare olur mu?
GDO'yu savunan görüşlerin dayandıkları en önemli noktalardan biri, dünyada giderek
artan besin ihtiyacını karşılamak ve açlık sorununa çare bulmak için GDO'nun zorunlu
olduğu.
Çoğu çevrebilimci, üçüncü dünya ülkelerinde görülen açlık sorununun, üretim
potansiyelinin eksikliğinden değil, üretim kapasitesinin plansız kullanımından ve
dağılımın adil olmayışından kaynaklandığı görüşünü savunuyor. Uzmanlar, mevcut tarım
kapasitesinin dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli olduğunu düşünüyor.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO'nun 1990 tarihli raporuna göre, tahıl
üretimindeki artış, nüfus artışından yüzde 50 daha fazla. Tabii bu rakamlar dünyada açlık
sorunu olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak sorun üretimden değil, dağılımın adil
olmayışından kaynaklanıyor.
Açlık sorununun yaşandığı ülkelere bakacak olursak, bu ülkelerin hemen hepsinin
batılı ülkelerin eski sömürgeleri olduğunu görürüz. Bu ülkelerin tarım ekonomileri başka
ülkelerin yararına kurulmuş durumda. Çoğu ülke bağımsızlıklarını kazandıktan sonra
dahi, dış borç vb. ekonomik sorunlarla boğuştukları için ihracata yönelik tarım
politikaları uygulamışlar. Yani halkı doyuracak besinler üretmek yerine döviz sağlayacak
besinler üretilmeye çalışılmış. Açlık sorunu yaşanan birçok ülkede, eskiden besin
yetiştirmek için kullanılan topraklarda kahve, pamuk, muz, kakao gibi gelişmiş ülkelere
satılan ürünler yetiştiriliyor. Örneğin, Etiyopya'da açlığın kol gezdiği dönemlerde bile
kahve üretimi ve ihracatı sürdürülüyordu.
Diğer taraftan, konunun bir de israf ve tüketim çılgınlığı boyutu var. ABD Tarım
Bakanlığı'nın verilerine göre, ABD'liler her yıl üretilen gıdanın yüzde 25'inden fazlasını
israf ediyor. Araştırmaya göre, sadece 1995 yılında çöpe atılan gıda miktarı 43 milyon
ton civarında. Bir kişinin günde ortalama 1.5 kilo gıda tükettiğini varsayarsak, israf
edilen gıdanın sadece yüzde 5'i bile geri kazanılsa 4 milyon insanın doyması sağlanabilir.
Tarımda modern tekniklerin, kimyasal ilaçların, hormonların vb. kullanılmaya başladığı
"yeşil devrim" olarak nitelendirilen süreç de kamuoyuna dünyadaki açlığa çare bulmak
şiarıyla sunulmuştu. Ancak veriler iddianın tam tersini gösteriyor: Dünya Bankası'nın
1993'te yayınladığı Dünya Kalkınma Raporu verilerine göre, 1976'da düşük gelirli olarak
sınıflanan ülkelerde kişi başına düşen ortalama gelir, yüksek gelirli ülkelerdekinin yüzde
2.4'ü kadardı. 1982'de bu oran yüzde 2.3'e, 1988'de yüzde 1.9'a düştü. 1980'den 1990'a
kadar, düşük ve orta gelir grubundaki ülkelerde kişi başına gayri safi milli hasıladaki
büyüme, gelişmiş ülkelerdekinin yüzde 52'si kadardı.
Artan besin ihtiyacına yanıt vermek ya da açlığın hüküm sürdüğü yerlere yiyecek
götürebilmek için GDO'ya ihtiyacımızın olmadığı açıkça ortada. Dünyadaki açlığın nedeni
yeterli besin olmaması değil, besinin adil dağılmaması ve plansız tarım politikaları.
Üçüncü dünya ülkelerinin tarım politikalarıyla ilgili zaten yeteri kadar derdi varken, bu
ülkelerin tarımına bir de GDO üreticisi çok uluslu şirketlerin sokulmaya çalışılmasının
pek de iyi niyetle ilgisi olmasa gerek.
GDO üreticisi firmaların niyeti ne?
Ekolog Pimentel'in verdiği rakamlara göre, tarla için harcanan toplam enerjinin
%32'si azotlu gübre üretimine, %28'i tarım makineleri yakıtına, %15'i bu makinelerin
yapımı ve bakımına, %11'i çeşitli işler için kullanılan elektrik enerjisine, %4'ü ürünü
kurutmaya harcanıyor. Bunlardan sonra gelen girdiler %2'şer değerle taşıma ve dağıtım,
potasyumlu gübre, fosforlu gübre ve tohum. %2'den az olan girdiler de, ot ilacı, böcek
ilacı, sulama ve işçilik. Görüldüğü gibi sanayileşmiş tarımda kol gücünün toplam girdiler
içindeki payı oldukça az.
Tabloyu dikkatle incelediğimizde yukarıda sözkonusu olan olayın bildiğimiz anlamda
çiftçilik değil, tarım sanayii olduğunu görüyoruz. Yşin püf noktası da zaten burada. Çiftçi
tarlasındaki ürünü elde etmek için büyük oranda bu konuda üretim yapan çeşitli sanayi
kuruluşlarına bağlı. Bu sanayi kuruluşlarının büyük bir kısmının çok uluslu şirketler
olduğunu tahmin etmek zor değil.
Dünyada genetiği değiştirilmiş tarım ve yem ürünlerinin tohum piyasası 8-10 firmanın
elinde. Bu firmaların ana hedefi; dünyadaki tüm ülkelerin tarım ve hayvancılığını, tohum
alımında kendilerine bağlanacak şekilde biçimlendirmek.
GDO üzerindeki patent uygulamaları
GDO'lar bir hakim olma tekniğidir. Patent hakkı da bu hakimiyeti sağlayan en önemli
araçtır. Günümüzde GDO'lar, özellikle tekniği ön plana çıkarılarak, hem teknik, hem de
ürün olarak patent kapsamında korunabiliyor. Genetik yapısı değiştirilen ürünler
patentleniyor. Çünkü bu çalışmaları yapan şirketlerin temel kazanç modeli, patent bedeli
tahsil etme üstüne kurulu. Örneğin sadece mikroorganizmayı bile patent kapsamında
koruyabiliyorsunuz, bunlarla ilgili büyük saklama kuruluşları var. Halbuki doğada o
mikroorganizma milyonlarca yıldır yaşıyor, fakat siz onu doğal ortamından yalıttığınız ve
belirli özelliklerini gösterdiğiniz, ispatlayabildiğiniz için bir tekel hakkı, korunma hakkını
almak istiyorsunuz ve bu istisna size tanınıyor.
Gen bulunması ve tanımlanması çok zor olduğu ve büyük yatırımlar gerektiği için
(Avrupa Patent Sözleşmesi'ne göre); bunun işlevini göstermek şartıyla, örneğin hangi
proteini kodladığı, ne gibi işlevlerinin bulunduğunu ispat etmek şartıyla bir başvuru
yapılıp, bu konuyla ilgili patent alınabiliyor. Oysa patent sadece yenilik özelliği taşıyan
ve sanayide uygulanabilirliği olan buluşları korumak içindir. Genetik değişikliklerde,
ancak değişikliğin gerçekleştirildiği tekniğin patenti alınmalıdır. Doğada bulunan genler
için verilen diğer tüm patentler meşru değildir. Bunun adı biyolojik korsanlıktır.
Patent alınması halinde de genetik olarak değiştirilmiş pamuk, mısır ya da tütün
tohumunu eken çiftçi, hasattan sonra elinde kalan tohumları ekinde yeniden kullanırsa,
patent sahibine bir bedel ödemek zorunda kalıyor... Tarımsal üretimin en temel ve en
eski yöntemlerinden olan, kendi ürününden gelecek yıl için tohumluk ayırma geleneği ve
hakkı, bu şekilde ortadan tümüyle kaldırılmış oluyor.
Zengin gen kaynaklarına sahip üçüncü dünya ülkelerinin sahip oldukları kaynaklar
üzerindeki patent hakları yavaş yavaş gelişmiş birkaç ülkenin, hatta birkaç çok uluslu
şirketin elinde toplanıyor.
Batı'da çevreci akımların mücadeleleri sonucunda, GDO'lu ürünlerin ekimi ve ülkeye
sokulması, ciddi engellerle karşılaşıyor. AB mevzuatı ile karşılaştırıldığında bu ürünlerin
üretimi, ihracatı, ithalatı bakımından Türkiye'de herhangi bir hukuksal gelişme olmadığı
görülüyor. Ayrıca her şey kapalı kapılar ardında cereyan ediyor. Ne tüketici, ne de
üretici bu konuda bilinçlendirilmiş değil. Oysa GDO'ların doğal çeşitliliğe ve insan
sağlığına zararları çok açık.
Ticaretin serbestleştirilmesi AB'ye üyelikten sonra bir zorunluluk olacak. Yani
ticarete konu olan biyoteknoloji ürünleri de Türkiye'ye gelebilecek. Örneğin, transgenik
buğday çeşitlerini buğdayın anavatanı olan Türkiye'de üretmeye başladığımız zaman
genetik kaynaklarımızı büyük bir tehdit altına sokmuş olacağız.
Türkiye'den ekolojik yaşamı üretim boyutundan sosyal boyutuna kadar bütünsel bir
yaşam felsefesi olarak gören, dünyanın kötü gidişini engelleyici, alternatif bir yaşam
biçimi olarak benimseyen bireyler olarak sesleniyoruz:
1) Gelecekte ekoloji ve insanlık adına ne kadar bedel ödeteceği belli olmayan,
sistemi tümüyle değiştirebilecek, çıkaracağı sağlık problemleriyle dünyanın düzenini
bozacak GDO'lu ürünleri kesinlikle reddediyoruz. Bunların Türkiye'ye sokulmasının
önlenmesini istiyoruz.
2) GDO'lu tarım kendi dışındaki tüm tarım şekillerini ve özellikle ekolojik tarımı
yokeden totaliter bir tekniktir. Bu nedenle GDO tohumlarının ülkemize girişi
yasaklanmalı, GDO'lu tarım yapılmamalıdır. Tarımsal üretimin doğal evrelerine ve
ritmine saygılı olunmalıdır.
3) GDO'lu besinler geleneksel ve yerel beslenme kültürü ve hakkına açık bir
saldırıdır. GDO'lu ürünlerin ülkeye girişinin mümkün olması durumunda ve her halükarda
bu ürünlerin üzerinde "ne olduklarını" belirten "etiketlerin" olmasını istiyoruz.
Tüketicinin alacağı üründe GDO olup olmadığını bilmesi, seçimini kendi insiyatifine göre
yapabilmesi tüketicinin en temel hakkıdır, diye düşünüyoruz.
4) GDO'lu ürünlerin kullanılmış olması ihtimaline karşı GDO'lu ürün kullandığı bilinen
Nestle ürünleri gibi ithal bazı ürünlerin mercek altına alınmasını, Cargill, Novartis,
Zeneca, Du-Pont, Syngenta, Monsanto ve Dow Chemical gibi GDO üreticisi şirketlerin
Türkiye'ye getirdiği ürünlerin mercek altına alınmasını istiyoruz.
5) GDO'lu ürünlerin %98'i böcek ilacı içerdiği için Sağlık Bakanlığı'nın ilgili
kuruluşlarınca denetlenmelidir.
6) Çiftçi örgütleri, ziraat odaları gibi kurumlar GDO'lu ürünlerle mücadele
kapsamında kendi aralarında memoranduma gitmelidirler. Gelecekte olası bir GDO
tehlikesinde, gen tekniklerinden ve genetik olarak değiştirilmiş ürünlerden arındırılmış
olan kurtarılmış bölgeler, ancak bu şekilde oluşturulabilir.
7) Ulusal Biyogüvenlik Komitesi'ne başta ekoloji-çevre örgütleri olmak üzere, ziraat
odaları, tarımla ilgili tüm sivil toplum kuruluşları ve tüketici örgütleri
katılmalıdır.
8) GDO'lu tohumların ekimleriyle ilgili karşı çıkışlar ve oluşturulan memorandumlar,
sadece ekolojik olarak hassas bölgelerle sınırlı olmamalıdır.
9) Genetiği değistirilmiş tarım ve yem ürünleri Türkiye'deki fiyatların çok çok
altındadır. Bu fiyatlar Türk çiftçisi ve hayvancılık ile uğraşanlar için ekonomik açıdan
çok cazip görünmektedir. Bu aldatmacanın karşısında gerekli bilgilendirmenin başta il
ve ilçe tarım örgütleri olmak üzere ilgili kurumlarca kesinlikle yapılması, devletin ve sivil
toplum örgütlerinin görevidir.
10) Ulusal Biyogüvenlik Koordinasyon Komitesi'nin çalışmaları Mart 2004'te bitiyor,
ancak projenin uzatılması kuvvetle muhtemel. Bu proje çalışmaları ile hazırlanacak yasa
tasarısının ilgili bakanlıklarda (Tarım, Çevre-Orman, Sağlık, vb.) görüşülüp TBMM'ye
gelmesi ve yasalaşmasının en az 4-5 yıl olduğu ifade ediliyor. Bu kanunun aciliyeti
ortadadır ve en kısa sürede çıkarılması gerekmektedir. GDO'lu ürünler hakkında her
ülkenin kendi önlemlerini alacağı yönündeki uyarı gereği Tarım ve Köyişleri Bakanlığı
Genelgesi'nin 11. ve 12. Maddelerinde belirtilen yasaklamalar geçerliliğini korumalı, bu
hükümlerin aksine düzenlemelere gidilmemelidir.
11) Türk Gıda Kodeksi mevzuatında GDO'lu ürünler tanımlanmalı ve insan sağlığına
zararlı olduğu için yasaklanmalıdır.
12) Ynsan sağlığını tehdit edecek, kamu düzenini bozacak, çevre sağlığına, ekolojik
sisteme ve biyolojik çeşitliliğe zarar vereceği düşünülen buluşlara patent verilmemesi,
varolan patentlerin de iptal edilmesi gündeme getirilmelidir.
13) Genetiği değiştirilmiş tarım ve yem ürünleri için mevcut yasa, yönetmelik ve
mevzuatlarımız, gümrüklerimiz, analiz için laboratuvarlarımız hazır değildir. Bu
hazırlıkların bir an önce yapılması gerekmektedir.
14) Ülkemizin sahip olduğu gen kaynakları en önemli zenginliklerimizden biridir. Bu
çerçevede devlet ve sivil toplum kuruluşları yerli gen kaynaklarının korunması ve ıslahı
için kurumsallaşmalı, gen kaynaklarımız, yasalarla çok uluslu şirketlerin tehditlerine
karşı korunmalıdır.
http://www.gdoyahayir.org/basin/default.htm
...........................
ALINTIDIR:
Kurbağa genli mısır Türkiye'de
Tüm Üretici Köylüler Sendikası (TÜM-KÖY-SEN) Genel Başkanı Şevki Konur, kurbağa
geni kullanılarak üretilen mısırın, tüm dünyada kotaları düşürülmesine rağmen
Türkiye'de üretiminin artırıldığını ileri sürdü.
Şevki Konur, yaptığı açıklamada, şeker pancarı kotalarının her geçen yıl düşürülmesine
rağmen genleriyle oynanmış ve insan sağlığı açısından zararlı olduğu belirlenmiş
tatlandırıcı özellikli mısırın Türkiye'de üretimine, artırılarak devam edildiğini iddia
ederek, bu mısırın üretiminin düşürülmesini talep etti.
AB'LİLER YEMİYOR BİZ DOYAMIYORUZ
Hayvan yemi, çikolata fabrikaları ve kolalarda kullanılan şekerin tamamının
tatlandırıcısının genleriyle oynanmış ve kurbağa geninden elde edilmiş melez mısırdan
karşılandığını öne süren Konur, bitkinin AB ülkelerindeki üretim kotasının yüzde 2'lerde
tutulmasına karşın bu üretimin Türkiye'de son olarak yüzde 15 olarak belirlendiğini ifade
etti. Konur, “insan sağlığına zararlı olduğu tespit edilmiş bu ürünün Türkiye'de yüksek
miktarlarda üretilmesi sakıncalıdır. Tüm dünyada kotaları düşürülen, genleriyle
oynanmış mısırın Türkiye'deki üretiminin artırılmasına karşıyız” dedi.
Türkiye'de şeker fabrikalarının, kapatılmakla yüz yüze olduğunu öne süren Konur,
Malatya Şeker Fabrikası'nın krokilerini incelediğini, fabrika alanının dört bir yandan
kuşatıldığını söyledi.
....................................................
Doc. Dr. Ümit Sayın
TOHUM YASASI TÜRKLERİN VE TÜRKİYE'NİN SONU OLABİLİR
Son çıkan tohum yasasıyla, Türkiye'yi, Atatürk'ün, Gençliğe Hitabede uyarmış olduğu
gibi gaflet, delalet ve hıyanet içinde yönetenler, Türklüğe ve Türkiye'ye son darbeyi
vuruyor olabilirler. 1970'lerde tarım konusunda kendi kendine yeten ve bir
tarım-hayvancılık ülkesi olan Türkiye bugün bu stratejik iki önemli unsurunu yitirmiş
durumdadır. Son alınan kararlarla ve çıkarılan kanunlarla, Türkiye'nin çöküşünü
hızlandırmak için elinden geleni yapanlar, Türkiye'yi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında
daha da çaresiz hale getirmeye çalışmaktadırlar. Artık Türklere ve Türkiye'ye ihanet
edildiği kesin kez ortadadır! Türkiye Cumhuriyeti adım adım çökertilirken, tarımı ve
hayvancılığı yok edilirken, en stratejik kurumları yabancıların eline geçmiştir (Türk
Telekom, Bankalar, Tüpraş vb.) .
Tarımı, hayvancılığı, ilaç sektörü olmayan ve bu konuda dışa bağımlı olan bir ülke
savaşamaz, kendini savunamaz. Çökmeye ve yokolmaya mahkumdur.
Genetik Olarak Değiştirilmiş (GOD veya GE: Genetically Engineered) tohum belki de
insanlık tarihinin en büyük dramı olacaktır. Bu sayede biyolojik ve mikrobiyolojik savaşın
her türlüsü çok büyük kolaylıkla yapılabilir. Yediğiniz ekmekten, meyveden, sebzeden,
içtiğiniz biraya, şaraba, meyva suyuna kadar herşey ama herşey artık genetik olarak
değiştirilmiş olarak odamıza, buzdolaplarımıza girecektir. Bunun kaçınılmaz anlamı
şudur: Çocuklarınızın vücutlarını oluşturan karbonhidrat, amino asit, yağ ve diğer
bileşenlerin bile yabancı derin devletler tarafından kontrol edilebileceği ! Artık sadece
beynimizin içine girmekle kalmayacaklar, bedenlerimize ve moleküllerimize kadar nüfuz
edebileceklerdir. Bugün kendi halkına veya Avrupa halkına Genetik İşlenmiş yiyecekleri
satamayan Amerikan ve İsrail firmaları ülkemizi yok etmeye ve çökertmeye azmetmiş
başımızdaki bu yönetimlere bu tohumları satabilmektedirler. Bu tohumların hiç birisi
yeterli uzun dönemli deneylerden ve testlerden geçirilmemiştir. Bunların toplumlar
üzerindeki uzun süreli etkileri bilinmemektedir. Yeterli hayvan çalışmaları kesinlikle
yapılmamıştır.
Genetik Olarak İşlenmiş yiyeceklerin özellikleri şöyledir:
Bu yiyeceklerde, basit dille anlatmak gerekirse, soyun devamını sağlayan genetik
kodlar ortadan kaldırılmıştır, bu bitkiler tohum vermemektedir. Yani bu tohumları her yıl
yeniden satın almak gerekmektedir. Böylece Amerika ve İsraile bağımlı hale gelmek söz
konusudur. Ama ayrıca bir özellikleri daha vardır, bir kez bunlara genetik manüpülasyon
yapılmışsa, bu manüpulasyonun sadece tohum verme yeteneği üzerine yapılıp,
yapılmadığı bilinemez. Bilemediğiniz başka pek çok gen de bu bitkilere eklenmiş olabilir,
ya da zamanla eklenecektir. Yani bu bitkilerin çoğu normal görünen CANAVAR
BİTKİLER olabilir.
Bu tohumlar özel olarak bitki örtüsünün yapısını bozmak üzere kodlanmışlardır. Yani
bir tarlaya ekildiğinde içerdikleri genetik bilgi sayesinde o bölgedeki bitki örtüsünü yok
etmekte ve o bölgedeki diğer bitki örtüsünü belirli böcek türlerine veya mantar türlerine
zayıf hale getirmektedirler. Böylece o böcek türlerini ortalığa salan (daha sonra da
onları öldürmek için böcek ilaçlarını satan) dev şirketler bir kaç kez kar etmektedirler.
Örneğin GOD buğday ekilmiş bir tarlaya, bu sefer DOĞAL BUĞDAY ekmek isterseniz,
toprağa karışmış olan genler nedeniyle ekeceğiniz buğday özel mantar ve böcek
türlerine zayıf hale getirileceği için ürün almanız mümkün olmayacaktır. Yani bir tarlaya
Genetik Olarak Değiştirilmiş tohum ekerseniz bir 50-70 yıl daha başka tohum
ekemezsiniz. Böylece toprağın iç kimyasal ve genetik yapısı değiştirilmektedir. Burda
Genetik olarak değiştirilmiş yiyecekleri savunanlar, bu 'canavar bitkilerin'
mikroorganizmalara karşı daha dayanıklı olduklarını ve daha fazla ürün verdiklerini
söylemektedirler. Bunun doğru olup olmadığı, bilimsel olarak ispatlanmış olup olmadığı,
tartışmalıdır.
Bu tohumlar sadece üremesi durdurulmuş tohumlar değildirler. Bunlar aynı zamanda
çok kolay farklı genlerle yüklenmiş tohumlardır. Yani bu tohumlardan oluşacak
buğdayın, elmanın, portakalın görünümleri (fenotipleri) orjinale benzese de, aynı ALIEN
filmindeki gibi bunlar 'canavar meyveler veya sebzeler' olacaktır. Üstelik sizin sindirim
sisteminize girecek, karaciğerinizde ve beyninizde depolanacaklardır. Büyümekte olan
çocuklarınızın vücutları bu canavar yiyeceklerle dolacaktır. Üstelik bazı etkileri de geri
dönüşsüz olabilir. Genetik olarak işlenmiş tohumların veya bu ' canavar-uzaylı bitkilerin'
gerçek genotipini saptayacak teknolojik imkanlar Türkiye'de olmadığı için, ne yediğiniz
hiç bir zaman saptanamayacak, ama bu canavar bitki-meyvaların etkileri yıllar ya da
kuşaklar sonra ortaya çıkana kadar meçhul kalacaktır. İşte 2006 yılında Türkiye'yi
yönetenler Türk ırkını nasıl yokedebileceklerinin hesabını belki de çok daha önceden
Küresel Elitle birlikte yaptıkları için şimdi tüm yasaları geçirmektedirler.
Bu tohumlardan oluşacak ve gelişecek bitki örtüsü tamamen ülkeyi kaplayacak ve
tüm toprağı işgal edecektir. Bu geri dönüşsüz bir olgudur ve en az 50-70 yıl bu
topraklarda başka doğal bir bitki yetiştirmeniz mümkün olmayacaktır. Yani sadece
beyniniz, karaciğerleriniz, kaslarınız işgal edilmekle kalmamakta, aynı zamanda da tüm
topraklarınız, bitki örtünüz, ormanlarınız işgal edilmektedir.
Bu canavar bitkiler hakkında çok az şey bilinmekte, gerçek bilgiler yabancı derin
devletlerin gizli laboratuarlarında ve kasalarında saklanmaktadır. Türkiye'de son 30 yılda
TÜRK ırkında kısırlık % 30-40 oranında artmıştır [1]. Artık 6 Türk erkeğinden birisi
kısırdır. Şu anda Türk ırkının yok edilmesi için zaten pek çok yöntem büyük olasılıkla
kullanılmaktadır. Genetik İşlenmiş Tohumun da devreye girmesiyle, Büyük İsrail ve
Büyük Kürdistan projeleri için, Türk ırkının kısırlaştırılması projesi tüm hızıyla
sürecektir. 'Türkler Uyusunda Büyüsün, Kürtler Üresin de Büyüsün' sözü doğru hale
gelmektedir.
Türkiye'de Genetik İşlenmiş Tohumun uzun süreli etkilerini araştırabilecek bir
merkez veya teknoloji yoktur. Bu konuda ses çıkaran benim gibi ulusalcı, Atatürk
milliyetçisi, vatansever bilim adamlarını ise üniversitelerden atmaya, haklarında olur
olmaz nedenlerle mahkemeler açarak, hayatlarını zorlaştırmaya, mahvetmeye
çalışmaktadırlar. Bu konuda halkı aydınlatacak ve gerçekleri ortaya çıkaracak tüm
sesler, o demokrasiyi çok seven Batı ülkeleri ve Türk hükümeti tarafından
anti-demokratik olarak susturulmakta, tüm alternatifler ortadan kaldırılmaya
çalışılmaktadır. Bu konuda uzun dönemli araştırmalar yapılmadan, bu yiyeceklerin
topluma, çocuklarımıza yönelik yaygın kullanılması insanlık suçudur.
Genetik işlenmiş tohumların oluşturacakları canavar bitkiler normal görünmelerine
karşın, ne yazık ki içerecekleri ve ruhunuzun bile duymayacağı enzimler, amino asitler ve
diğer genetik materyel sayesinde tüm toplumdaki insanların beyninde nörotransmitter
düzeyini değiştirebilirler, gelişmekte olan çocuklarda ise nöronal ağın oluşumunu
değiştirebilirler. Bu etkilerin çoğu geri dönüşümsüzdür. Bu etkiler ilk başta ortaya
çıkmasa da bir kaç kuşakta ortaya çıkabilir. Bu etkilerin sonucunda tüm ırk bir kaç
kuşak sonra kısırlaştırılabileceği gibi, depresyon ve zeka seviyesinde azalma, zeka
geriliği, apati veya başka psikolojik, nörolojik sorunlar da oluşturulabilir.
Teknolojinin gelişmesiye bu canavar bitkilerin içine gelecekte başka ne
müdahalelerde bulunulabileceği bilinemez. Örneğin salgın bir hastalığa veya virüse karşı
bu bitkileri tüketen toplumlar daha dirençsiz hale gelebilir. Zaten Round Table ve
CFR'nin almış oldukları kararlara göre, böyle bir biyolojik savaşla dünya nüfusunu
tüketmeye Amerikalılar ve Yahudiler karar vermişlerdir [2] 1.
Son çıkarılan tohum yasası sonucunda, Türkiye'ye sokulacak ve bitki örtümüzü işgal
edecek canavar tohumlar ve bitkiler aşağıdaki etkileri yapabileceklerdir:
• Toplumdaki kısırlık oranını arttırıp 5-6 kuşak sonra Türklerin sayısının azalmasına
yol açabileceklerdir.
• Alerji, enfeksiyon, çok çeşitli hastalıklara yakalanma riskini o toplumun genetik
yapısına özgü yöntemlerle artırabileceklerdir.
• O toplumun genetik yapısını değiştirebileceklerdir.
• Kanser riskini çok artıracaklardır . Bu da yabancı ilaç şirketlerinin işine
yarayacaktır.
• İnsanlardaki zeka, düşünme, normal psikolojik denge gibi fonksiyonları olumsuz
yönde etkileyeceklerdir. Toplumda, genetik bozukluklar, depresyon, psikoz, nörolojik
bozuklar, zeka geriliği veya düşük zeka, hastalıklara eğilim inanılmaz düzeyde artacaktır.
Bu ilk 10 yıl içinde görülmese bile, 30-50 yıl içinde kendini gösterecektir.
• Türk toplumunu yok etmek ve genetik yapısını bozmak için uzun dönemde etkisi
çıkabilecek pek çok kimyasal, amino asit veya genetik materyel bu şekilde topluma
enjekte edilebilecektir.
• 50-100 içinde Türklerin kısırlaştırılması, genetik yapılarına tesir etmek, genetik
materyeli bu yiyeceklerle tüm topluma yaymak, salgın hastalıklara karşı toplumu
ortadan kaldırılabilir hale getirmek mümkün olacaktır.
• Bu canavar tohumlar ve canavar bitkiler nedeniyle sadece kendi bedeniniz değil,
çocuklarınızın, torunlarınızın ve tüm ırkın bedeni ve beyinleri moleküler düzeyde işgal
edilmektedir. Türk toplumuna ve Türk ırkına daha büyük bir ihanet olamaz.
Evet! Türk tarihinde hiç bir yönetim Türklere, Türkiye'ye ve kendi vatandaşlarına
böylesine gaddar, hain ve acımasız olmamıştır. Bırakın Türk tarihini, Dünya Siyaset
Tarihinde hiç bir yönetim kendi ülkesinin ulusal güvenliğinin aleyhine böylesine yoğun
çalışmamıştır. Artık kim neyi beklemektedir, bu gidişe kim dur diyecektir, diyebilecek
olanlar neyi beklemektedirler, bunu anlamak çok zordur. Yoksa herkes mi satılmıştır ve
ülkesine ihanet etmektedir? Bir kaç yıl daha beklenirse, Türkiye'nin ve Türklerin
köleleştirilmesinin engellenmesi imkansızlaşacaktır, Türkler ve Türkiye işgal altındadır
ve yok edilmektedir. Türklerin genetik yapılarına, Türk ırkına ve Türkiye'nin geleceğine
müdahale söz konusudur. Bu müdahale en ince, Derin Devlet teknolojileri,
biyoteknolojiler ve sistematik gizli KARA BİLİM yöntemleri ile yapılmaktadır. Kimse
demezse, artık Türk Halkı bu gidişe bir dur demelidir!
..................................
Yeni Tohum Yasası'nda Biyo-Çeşitlilik!-Türkel Minibaş
06 Kasım 2006 - Türkel Minibaş
Tohum Yasası geçen salı TBMM'de kabul edildi. Geçici 1. maddedeki değişikliğe
karşı birkaç görüşü saymazsak tohum maçının son raundu sükût içinde geçti. Karşı
görüşler de genellikle "bizim köylü dedi ki..." den öteye gitmiyordu.
Oysa, geçici maddede yapılan değişikliğin
° hem piyasaya egemen olan ulus ötesi firmaların tohumlukları karşısında yerel
tohumların yaşam süreci;
° hem de genetik yapısı değiştirilmiş (GDO) tohumlara kapıyı aralaması
olmak üzere iki önemli amacı vardı.
Siz, "Öküz altında buzağı aramaya başlama!" demeden önce geçici 1. maddenin 3.
fıkrasında yapılan değişikliğe Tarım Bakanı Mehdi Eker 'in ağzından bakalım:
"Ülkemizde yeter sayıda kayıtlı çeşidi bulunmayan bitki türlerinde halen devam eden
çeşit geliştirme ve çoğaltım faaliyetlerinin sürekliliğinin sağlanması gerekmektedir.
Ayrıca, kayıtlı çeşit olsa bile bazı özellikleri ile ülke ekonomisi bakımından önem taşıyan
bitki türlerinde yeni çeşitlerin ülke tarımına kazandırılması için öngörülen süreden daha
uzun bir süreye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle, geçiş dönemi beş yıl olarak
düzenlenmiştir."
İlk okuyuşta gerekçe, biyo-çeşitliliğin korunacağı, geleneksel ve yok olmak üzere
olan türlerin korunmasını sağlayacağı... Hatta genetik yapısı değiştirilmiş tohumlara
(GDO) karşı önemli bir kazanımmış gibi gözükmekte.
Ne var ki gerekçe, göründüğü kadar masum değil. Zira, "yeni çeşitlerin"
kazandırılması amacıyla geçiş süresi uzatılırken
° hangi tür tohumlukların istisna kapsamına gireceği;
° benzer çeşitler varken yeni çeşit kazandırılmasının nedenleri;
° yeni çeşitlerin kazandırılması için gerekli sürenin nasıl saptanacağı
belirlenmemiştir. Dolayısıyla, geçiş süresinin uzatılması yerli tohum çeşitlerini
korumaktan ziyade yeni çeşitlerin uyum süresini uzatmaya yarayacak gibi
gözükmektedir!
Bu arada 5 yılın yeni çeşitlerin kayıtlı bile olsa yerlilerin piyasadan silinmesi ve
genetik yapılarının değiştirilmesi için yeterince uzun olduğunu bilmekte yarar var.
Özellikle de piyasanın Monsanto, Cargill gibi büyük firmaların çeşitleriyle rekabet ettiği
bizim gibi ülkelerde!
Kataloğa kaydedilmeyen çeşitlerin veya çeşit haline gelmemiş tohumlukların
yasadan nasıl etkileneceğini Ege Üniversitesi'nden Prof. Dr. Tayfun Özkaya 'ya
sorduğumda; "Tohum piyasasına düzen getiriyoruz, kalite getiriyoruz gerekçesi ile
yapılmakta ama ithal yolla gelen kayıtlı çeşitlerin çoğu hastalıklı" diyerek devam etti...
"Niğde'de patates kanseri, bakanlığın deyişiyle uyuz yabancı patates çeşitleri ile
gelmişti."
Aslında sorun: Türkiye tarımının politika yapıcılarının çeşitleri kayda almakta bunca
yıl geç kalmasında! Tarımda biyo-çeşitliliğin besinden ilaca, dokumadan kimya
sektörüne kadar çok sayıda sektöre girdi sağladığını... Dolayısıyla, ülkenin en temel
zenginliği olduğunu unutmuş olmalarında!
Hal böyle olunca, buzağıyı öküzün altında aramaya da gerek kalmıyor. Hele hele,
ülkenin tarım toprakları yıllardır Cargill, Monsanto, Bayer gibi ulusötesi firmaların çeşit
denemeleri için özgün bir laboratuvar işlevi görmüşse!.. Uluslararası literatürde Türkiye,
"Avrupa'nın California'sı" diye adlandırılmışsa!..
[email protected]
........................................................................................................
GENETİK YAPISI DEĞİŞTİRİLMİŞ GIDALAR
Gönderen:administrator Tarih: 3.06.2004 Saat: 10:26
Son günlerde haber kaynaklarımız ithal edilen Genetik Gıdaları gündemimize
taşıdılar. Olay,yıllardır anlatmaya çalıştığımız, ülkemizde istediği gibi at oynatabilen
“Gıda Terörü”nün bir parçasından ibarettir.Yine aynı haber kaynakları
günlerce,beyazlatma katkı maddeli unlarda ve bu unlardan yapılan ekmeklerden
bahsettiler.Bu katkı maddelerinin kansorejen oldukları belirtildi.
Sorumlu Bakanlığın yetkili Genel Müdürü açıklamalar yaptı.Bu katkı maddelerinin ve
genetik Gıdaların ithalinin ve kullanımının yasak olduğunu,fakat buna rağmen ithalatının
kontrol edilemediğinin,un ve ekmek üreticilerinin bu katkı maddelerini
kullandıklarını.Genetik ürünleri kontrol edebilecek laboratuar alt yapısına sahip
olmadıklarını ifade etti.
Biz tekrar iddia ediyoruz ki bu “GIDA TERÖRÜ”nün sorumlusu devlettir, Kamu kurum
ve kuruluşlarıdır. Yeterli denetim yapmaktan yoksundur.Bu da kâh personel azlığından,
kâh teçhizat yetersizliğinden,kâh mevzuat noksanlığından kaynaklanmaktadır.Bu
sebeple, Türkiye, sağlıksız gıda üretiminin, kaçak domuz çiftliklerinin, istenilen katkı
maddelerinin,gıda maddelerinin,ilaçların ve kozmetik ürünlerin kılıfına uydurarak
kolayca ithal edilebildiği, katkı maddelerinin bilinçsizce kullanılabildiği, bütün bu
olumsuzluklara karşı, ha ha ha hi hi hi gününü gün eden Müslümanların yaşadığı bir garip
memlekettir.
Biz, buna rağmen yine de uyarılarımıza Allah’ın izni ile devam edeceğiz. Bu gün
sizlere,’World Health Organization’ın 2004 yılında internette yayınladığı bir dökümandan
da faydalanarak hazırladığımız bir çalışmayı bilginize sunuyoruz.
GEN NEDİR ?
Yunanca’dan alınma doğum ya da başlangıç anlamındaki “genos” tan geliyor.Yaşamı
belirleyen genler DNA sarmalı içinde yer alır.
DNA NEDİR ?
DNA, dört asitten meydana gelmiş dioksi ribo nükleik asitin kısa yazılımıdır.Hücre
çekirdeğinde kimyasal dille yazılmış yaşamın şifre kodudur.Bu şifre bugünkü bilgilere
göre fosfat ve şekerden oluşuyor.
RNA NEDİR ?
Ribo nükleik asit teriminin kısa yazılımıdır. DNA dan aldıkları genetik mesajları hücre
içinde protein üreten birimlere taşıma görevi ifa ederler.
GEN TRANSFERİ NEDİR ?
Bir canlının genlerini taşıyan DNA sının,bir başka canlının hücresine
nakledilmesidir.İLK transfer çalışmaları 1900 lü yılların başlarında yapıldı.Yulaf ve
meyve sineği hücreleri üzerindeki çalışmalarda bazı bakteriler kullanıldı.Bakteri hücresi
içerisine yerleştirilen DNA genlerinin bu hücre içerisinde fonksiyonlarını ve
çoğalmalarını sürdürdükleri müşahede edildi.Bu buluştan sonra,gen mühendisliği
mesleği oluştu.Bugün bitkiler,hayvanlar ve insanlar üzerinde gen transferi ile ilgili yeni
buluşlar baş döndürücü bir hızla gündem oluşturmaktadır.
GENETİK ORGANİZMA (GMOs) veya GENETİK GIDA (GM ) NEDİR ?
Kısaca (GMOs) veya (GM) yazılımı ile belirtilen genetik değişime tabi olmuş
organizma veya gıda ,doğal olmayan bir şekilde genetik yapısı değiştirilmiş organizma
veya gıda olarak tanımlanabilir.Bu teknolojiye “Biyo Teknoloji”, “Gen Teknolojisi” veya
“Genetik Mühendisliği” gibi isimler verilmektedir.Bu teknolojide seçilmiş bireysel genler
bir organizmadan,başka bir organizmaya ya da farklı türler arasında transfer
edilmektedir.Bu işlem için çeşitli metodlar geliştirilmiştir.
GENETİK GIDALAR NİÇİN ÜRETİLMEKTEDİR ?
Bu ürünlerin,Üretici ve Tüketicilerinin bazı avantaj beklentileri,bu tür gıdaların
gelişmesine öncülük etmiştir.Daha ucuz bir maliyet ve daha büyük fayda,bir üründeki
gen transferi talebini artırmıştır.Daha büyük fayda derken,ürünün dayanıklılığı ve gıda
değeri üzerinde sağlanabilen üstünlükler söz konusu olmaktadır.
Genetik işlem görmüş tohumlarda,genellikle böceklerin ve virüslerin sebep olduğu
hastalıklara karşı direnç gösterecek veya yabani ot öldürücülerine karşı direnç
sağlayacak özelliklerin kazandırılması ön planda olmaktadır.
GENETİK GIDALAR;GELENEKSEL GIDALARDAN FARKLI MI ALGILANIYOR ?
Umumiyetle,tüketiciler geleneksel ürünleri güvenli olduklarını düşünmektedirler.
İNSAN SAĞLIĞINA YÖNELİK POTANSİYEL RİSKLER VAR MIDIR ?
GM gıdalarının güvenirliliği üzerinde yoğun araştırmalar sürdürülmektedir.
1. doğrudan sağlık üzerindeki etkiler,
2. alerjik reaksiyonları provake eğilimleri,antibiyotiklere karşı direnç
oluşturması
3. zarar vericilik veya beslenme değeri üzerindeki özel etkenler,
4. eklenen genin kararlılığı,
5. genetik değişiklikle ilgili olarak beslenme değerlerine etkiler,
6. gen girişinden dolayı oluşan istenmeyen etkiler.
İNSAN SAĞLIĞI İÇİN BAŞLICA ENDİŞE VERİCİ SORUNLAR NELERDİR ?
Üç konuda insan sağlığının tehdit edildiği tartışılmaktadır.
1. Alerjik reaksiyonları tetiklemesi,
2. Genlerin insan vücuduna transfer olması,
3. Gm li fidanlardan,doğal ortamda geleneksel ürünlere gen hareketi (
OUTCROSS)
GENETİK GIDALAR GÜVENLİMİDİR ?
FARKLI GMOs lar farklı yollarla eklenmiş farklı genleri içerir.Bu sebeple,her bir
genetik gıda ve onun güvenirliliği ayrı ayrı bazlarda değerlendirilmelidir.Tüm GM
gıdalarının güvenirliliği üzerinde genel bir karar oluşturmak mümkün değildir.
SONUÇ
Genetik ürünler teknolojisinde birçok bitki genlerinin yanında domuz da dahil pek
çok hayvanın da genlerinin kullanıldığı bilinmektedir.Mesela soyada böyle bir problem
bulunmaktadır.Hıristiyanlık’tan,Museviliğe kadar pek çok din otoriteleri konu üzerinde
araştırmalar yaptırmışlar ve resmi görüşlerini inananlarına deklare etmişler.Maalesef
henüz hiçbir İslam kuruluşu dini açıdan konuyu araştırıp bir görüş ortaya
koyamamıştır.En azından biz böyle bir belgeye ulaşamadık.Genetik değişime uğratılmış
katkı maddelerinin dini hükmü nedir?.Bu katkı maddelerinin kullanıldığı gıda
maddelerinin dini hükmü nedir?Bu tür gıda maddeleri ile beslenmiş eti yenen hayvanların
dini hükmü nedir?.Genetik transformasyonda domuz dahil hayvan genlerinin kullanıldığı
tüm ürünlerin dini hükmü nedir?Bu sorulara cevap bulamadan, bu gibi ürünleri tüketme
konusunda dikkatli olmamız gerektiğini ifade edebiliriz.
...............................................................................................................................
Hileli gıda-Genetik gıda-Organik gıda:
Genetiği değiştirilmiş gıdalar tedbir
alınmasa insan neslini ortadan kaldıracak!
admin Tarih: 20.01.2007 Saat: 23:39
Daha önce bültenimizde Geri dönüşü olmayan yol ayrımında transgenik ürünlere
hayır!, Genetik bitkiler üzerinde şüpheler sürüyor! ve Genetik soya toprağı mahvediyor
gibi genetiği değiştirilmiş (transgenik) ürünler ile ilgili 3 yazı yayınlamıştık. Ama bu konu
üzerindeki tartışmalar durmak bilmiyor. Bir grup insan bizimki gibi ‘bunlar zararlıdır,
hepsi ortadan kaldırılmalıdır’ diyor. Karşı grup ise ‘genetiği değiştirilmiş ürünler açlık
tehlikesini azalttığı için mutlaka kullanılmalıdır, çevreciler bu konuyu aşırı abartıyor
mevcut sakıncalar çok önemli değil, giderilebilir’ diyor.
Genetiği değiştirilmiş organizmalardan (GDO) oluşan gıdalara karşı olan tepkiler
artmasına rağmen bu gıdalar hızla ilerleyen bir kanser gibi dünyanın her yerine yayılıyor.
Yakın zamanda bütün itirazlara rağmen T.C Büyük Millet Meclisinden GDO’lu gıdalara
yeşil ışık yakan bir kanun çıktı.
GDO’lu gıdalar şu an bize zarar vermeye yeni yeni başladı. Fakat korkarız ki sanayi
devlerinin anlaşılmaz aç gözlülük ve para kazanma hırsı torunlarımıza belki de
çocuklarımıza yaşanacak bir dünya bırakmayacak.
Siz ekmeseniz bile GDO’lu tohumlar sizin tohumlarınıza bulaşacak ve tıpkı yerli
domatesimiz nasıl yok olduysa bu tohumlar da sonsuza kadar yok olacaklar. GDO’lu
domates çekirdeklerinden nasıl domates üretemeseniz bu tohumlardan da
üretemeyeceksiniz ve tohum sanayine mahkum olacaksınız. Zaten çoğu fakir ya da
fakirliğin sınırında olan çiftçi bu tohumları alamayacağı için açlığa mahkum olacak.
GDO’lu ürünlerin uzun vadede oluşturacağı sağlık sorunları da işin cabası.
Bültenimizin bu sayısında yönetmenliğini Deborah Koons Garcia’nın yaptığı ‘The
Future of Food’ Yiyeceğin Geleceği’ isimli video filmini seyretme olanağını bulacaksınız.
Film bu kabusun ne zaman ortaya çıktığı ve nasıl olup da bütün dünyayı sardığını bu
komplonun ayakları olan politikacı-sanayici- sahte bilimci çetelerinin içyüzünü
göstererek anlatıyor. Bu önemli filmi mutlaka seyredin eş dost ve akrabalarınızı da
haberdar edin ve harekete geçin. ..................................................................................................................
Hileli gıda-Genetik gıda-Organik gıda: Genetik soya toprağı
mahvediyor
admin Tarih: 12.08.2006 Saat: 16:14
Beslenme bültenini okurlarının en çok şaşırdıkları ya da itiraz ettikleri konuların
başında soya konusundaki olumsuz fikirlerimiz geliyor. Halbuki yaygın inanışa göre soya
nerdeyse her derde deva olan sihirli bir yiyecek ve gıda sanayinde çok yaygın bir
kullanım alanına sahip. Bunlara göre soya yeşil altın ya da kemiksiz pirzola; insan sağlığı
üzerine birçok yararlı etkisi var. Ama durum sadece insan sağlığı ile ilgili değil. Bütün
dünyada genetiği değiştirilmiş pek çok bitki yetiştirilmekte. Soya da bunların başında
geliyor. Soya taraftarları ve karşıtlarının birçoğunun ortak noktası genetiği değiştirilmiş
soyanın toprağı mahvettiği.
Bültenimizin bu sayısında soya toprak ilişkisi irdeleniyor. Yazı 22 Temmuz 2006’da
Hürriyet-Bilim’de yayınlandı.
Çevre ve Sağlık-Genetik soya toprağı mahvediyor
Bütün dünyada genetiği değiştirilmiş pek çok bitki yetiştirilmekte. Mısır, domates,
patates, pirinç, buğday, kolza ve soya bunlardan sadece bazıları. Dünya genelinde ekilen
soya fasulyesinin yarısı böceklere karşı dirençli olan genetik soya bitkisinden elde
edilmekte.
Dünya genelindeki tarım alanlarının %6-7’sinde artık genetik bitkiler yetiştirilmekte.
Ve bunların yaklaşık olarak %60’ı da Tarımsal Biyoteknoloji Uygulamalarının Etüt
Edilmesi İle İlgili Uluslararası Hizmetler’in (ISAA) açıklamasına göre, Monsanto
firmasının Roundup Ready (RRS) türü soya bitkisinden oluşmakta.
Bu soya türü de, diğer birçok genetik bitki gibi, belli başlı tarım ilaçlarına karşı
dirençlidir. Roundup Ready soyasının duyarsız olduğu tarım ilacı glisofat. Bu ilacın
olumsuz yönü ise, kısa veya uzun vadede yok edilmesi çok zor olan yabani otların
çoğalmasına yol açması.
Bir zamanların yeşil altını
"Yeşil altın" olarak da tabir edilen soyanın geniş alanlarda ekimi Arjantin’de 1996
yılında başlamıştı. Ürünün önemli bir kısmı hayvan yemi için kullanılmakta ve Avrupa’ya
da ihraç edilmekte.
Özellikle de "deli dana" krizinden sonra soya sayesinde büyük kazançlar elde edildi
ve büyük toprak sahipleri hala kazanmaya devam ediyor da. Fakat öte yandan sorunlar
çığ gibi büyüyor. Soya ekim alanları sadece iki yıl içinde ikiye katlanınca küçük çiftçilere
yol göründü. Gerçi doğrudan ekim yöntemi toprağı korur, fakat ne var ki Monsanto’nun
glisofat içerikli Roundup soyası verimli Pampa topraklarını mahvetti.
Buenos Aires Üniversitesi bilim adamlarının tahminlerine göre, yalnızca 2003
yılındaki soya ekimi, topraktan yaklaşık olarak bir milyon ton azot ve 227.000 ton fosfor
çaldı.
Ayrıca dirençli yabani otların çoğalması da ayrı bir sorun. Bu sorun Monsanto’ya
rakip Syngenta firmasını sevindirmişe benziyor. Syngenta şu sıralar yabani otlara karşı
üretmiş olduğu yeni ilacını sürdü piyasaya.
Avrupa’da yasaklanan ilaç
Yabanileşmiş soya ve Roundup’a dirençli diğer arsız otlar Arjantin’de büyük bir sorun
haline geldi, diyen İsviçre firması Syngenta, çiftçilere Gramoxone ilacını öneriyor artık.
Oysa bu ilaç çok zehirli olması nedeniyle İsviçre ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde uzun
bir süre önce yasaklanmıştı.
Genetik türün çok fazla yaygınlaşmasından Monsanto’nun çalışma yöntemi de
sorumlu tutulmakta. Çünkü kuruluş Arjantin’de patent vermeye yanaşmayınca, çiftçiler
soya tohumlarını satmaya başladılar ve böylece yasadışı ticaret doğdu.
Günümüzde Arjantin’de ekilen soyanın %98’i RRS soyası. Monsanto bu gelişmeye
uzun bir süre seyirci kaldı, sonuçta kendi ürünü olan Roundup tarım ilacıyla da gayet iyi
kazançlar elde etti. Fakat 2004 yılında yasadışı ticaret yüzünden birden bire lisans ücreti
istemeye başladı.
Kuruluşun bu isteği, bunu ödemeye hiç de hevesli olmayan Arjantinlilerde soğuk duş
etkisi yaptı ve ithalatçılar Monsanto ile mahkemelik oldular, meselenin ne şekilde
sonlanacağı henüz bilinmiyor bile.
Romanya’da durum
Monsanto öte yandan bazı Avrupa ülkelerinde de genetik ürünler için uygun koşullar
yakaladı. RRS soya tohumu örneğin Romanya’da uzun yıllar çiftçilere satılmaya devam
edildi.
Greenpeace (Avusturya) organizasyonunun bilimsel verilere dayanan tahminine göre
Romanya’da ekilen soya bitkisinin %90’ı genetik. Ancak resmi sayılar daha düşük. Tarım
bakanlığı sözcüsü Adrian Tibu’nun açıklamasına göre, Romanya’daki toplam ekim
alanlarının sadece yüzde birine soya ekilmekte. Ancak soya ürünlerinin yaklaşık olarak
%75’i genetik değişimden geçmiş.
Avrupa Birliğine girmeye hazırlanan Romanya, genetik soya ekimine 2007 yılından
itibaren son verecek. Sonuçta Avrupa Birliği’nde Monstanto’nun soyasına izin
verilmemekte.
Fakat Romanya, soya ekimini durdurduktan sonra genetik soyadan öyle hemen
kurtulamayacak. Romanya’daki durum biraz kaotik. Kontrollerle sorunlar yaşanmakta,
aralarında tohum alışverişinde bulunan çiftçiler, genetik soya ürünlerine dikkat
etmiyorlar. Tarım bakanlığının tüm tohum pazarını denetleyemediğini Adrian Tibu da
kabul ediyor.
Kurtulma şansı var mı
Hiç kimse genetik soyadan ne şekilde kurtulabileceğini kesin olarak bilmiyor.
Öneriler "en iyisi tarlalara nadasa bırakmak"tan "katı kontrollere" kadar uzanıyor.
Brezilya’daki genetik soyanın temizlenmesi ile yabancı bir uzmanın tahmini şöyle:
Gerçi Brezilyalı çiftçileri genetik soya ekmeye pek meraklı değiller, ama tarlayı
"temizlemek" (glifosat zehriyle) için birkaç yılda bir ekmek istiyorlar. Genetik soyadan
kurtulmak burada sorun olmuyor. Başka bir bitki türü ekerek, son ekimden kalan soya
filizlerinin kökünü kazımak mümkün. Brezilya’da genelde sığ toprak işlemi uygulandığı
için, soya fasulyeleri toprağın derinliğine inmeden yeniden filizleniyor ve toprakta daha
uzun bir süre kalmıyor.
Bununla birlikte transgenetik bitkilerin toprakta ne kadar kalıcı olduğu belirsiz. Bu
soruyu yanıtlamak o kadar kolay değil. Çünkü bu durum transgenetik bitkinin biçimine
(kök, bitki, fasulye vb) de bağlı. Gerçi topraktaki DNA’nın yok edilmesiyle ilgili
araştırmalar yok değil, ama soyayla ilgili olanları yok henüz.
Ve artık genetik bitkilerin ekolojik riskleri üzerinde çok sayıda araştırma bulunsa da,
genetik bitkilerinden kurtulmayla ilgili doğru dürüst bir çalışma yok.
Prof Dr. Ahmet Aydın’ın yorumu
Yaygın kanının aksine soya sağlıklı bir yiyecek değildir. Soyanın başlıca zararları
aşağıda gösterilmiştir. Soya konusunda hazırlamakta olduğumuz geniş dosyada bu konu
daha iyi incelenecektir.
Soyanın zararları
o Mineral eksiklikleri
o D vitamini eksikliği
o Bağırsaktan kalsiyum, demir ve çinko emilimini azaltma
o Osteoporoz
o Allerji
o Hazımsızlık
o Bağışıklık yetersizliği
o Tiroid hastalıkları
o Bunama
o Erken ergenlik
o Kısırlık
o Kanser
o Kalp hastalığı
Soya-Uzakdoğu ülkeleri- Sağlık
'Soyanın Çin ve Japonya gibi yüksek nüfuslu Uzak doğu ülkelerinin, en fazla tercih
ettiği gıda olduğu ve onların yaşam sürelerini uzattığı iddiaları çok eksik ve yanlıştır ve
soya sanayicilerinin yandaşları tarafından uydurulmaktadır.
Örneğin Çinlilerde domuz eti total kalorinin %65’ini oluştururken soyanın buradaki
payı %1.5’i geçmez (1). Ayrıca Uzak Doğulular soyanın fermente ürünlerini (miso , soya
salçası, natto, tempeh vb) yerler. Soyanın fermantasyonu soyanın birçok olumsuz
etkisini giderebilmektedir. Ama piyasada satılan ve yüzlerce yiyeceğin içinde bulunan
soyanın (tofu , soya sütü, soya yoğurdu, soya dondurması, soya proteininden yapılmış
salam, sosis gibi et çeşitleri) çoğu fermente değildir.
Uzakdoğu tarihi incelendiğinde soyanın sadece bir münavebe bitkisi olduğu ve ancak
kıtlık zamanlarında yenildiğini biliyoruz. 2000-2500 yıl önce fermantasyon tekniklerinin
bulunması ile tüketimi artmış ama yine de ana yiyecek olmamıştır (2). Soyanın fermente
ürünleri de tamamen masum değildir ve fermantasyon süresi uzadıkça östrojen miktarı
da artmaktadır (3). Bu nedenle başta hamileler, çocuklar ve kanserliler olmak üzere her
kez soya preperatlarından uzak tutulmalıdırlar.
KAYNAKLAR
1.Chang, K.C. (ed.), Food in Chinese Culture: Anthropological and Historical
Perspectives, New Haven, 1977.
2.Katz SH. Food and Biocultural Evolution: A Model for the Investigation of Modern
Nutritional Problems. Nutritional Anthropology, Alan R. Liss Inc., 1987, p 50.
3.Hutchins A. M., Slavin J. L., Lampe J. W. Urinary isoflavonoid phytoestrogen and
lignan excretion after consumption of fermented and unfermented soy products. J. Am.
Diet. Assoc., 95: 545-551, 1995
.....................................
Hileli gıda-Genetik gıda-Organik gıda: Genetik bitkiler üzerinde şüpheler
sürüyor!
admin Tarih: 21.01.2006 Saat: 23:59
Genetik bitkilerin insan sağlığı üzerindeki etkileri yeterince test ediliyor mu, sorusu
gündemde. Genetik değişimden geçirilen bitkilerin sağlık üzerindeki etkileri tartışmalı
bir konu. Genetik bitki üretimini destekleyenler bu tür ürünlerin zararsız olduğunu
savunurken, kimi bilim adamları ve çevre kuruluşları genetik gıda ürünlerine karşı. Peki
son bulgular ne diyor?
Alman Spiegel dergisinde ve 07.01.2006 tarihinde Hürriyet-Bilim Dergisinde
yayınlanan bir yazıda
genetik bitkilerin insan sağlığı üzerindeki etkilerinin yeterince test edilip edilmediği
gündeme getirildi. Makalede, Avustralyalı genetikçi Arpad Pusztai'in ta 1998 yılında
genetik patateslerle beslenen farelerin organlarında değişimler meydana geldiğini
açıkladığında, haber neredeyse hiç kimseyi tatmin etmemişti. Fakat kısa bir süre önce
yayımlanan bir araştırma bilim adamlarının ve çevre kuruluşlarının dikkatini çekti,
deniyor.
Avustralya'daki CSIRO, isimli örgütte bezelye böceğine karşı dirençli genetik bezelye
yetiştiren bilim adamları geçtiğimiz haftalarda bir itirafta bulundular. Böcekleri öldüren
genetik bezelyeler fareleri de etkiliyor. Bezelyeleri yiyen kemirgenlerin bağışıklık sistemi
aşırı derece tepki vermekte. Araştırmacılar farelerin üzerine bezelye tozu sıkınca
birçoğunda akciğer iltihabı gelişmiş.
Farklı görüşler
İsviçreli bitki patolojisi uzmanı Cesare Gessler, genler ve çevreleri arasındaki
karşılıklı etki hakkında çok az şey biliniyor derken, Fransız moleküler biyolog Gilles-Eric
Soralini, Spiegel'de dergisindeki görüşüne göre halihazırdaki yöntemlerde sentetik
genetik yapılar bilinmeyen bir kalıtıma rasgele yerleştirmekte, diyor.
Moleküller ve bitki hücreleri arasındaki etkilere bakış gerçekten de zamanla
değişiyor. Eskiden "bir gen, bir etki" öğretisi geçerliyken, hücrelerdeki süreçleri
karakterize etmek isteyen hücre biyologu Richard Strohman ve diğer bazı bilim adamları
artık "ağ" veya "özgün yaşam" gibi terimleri kullanmayı tercih ediyor. York Üniversitesi
bitki fizyoloğu Richard Firn'e göreyse bitkisel mekanizmaya yapılan gen transferinin ne
şekilde etkiyeceği tahmin edilemez bir süreç.
Bitkilerin zararlı böceklere karşı savunma maddesi üretmelerine dayanan süreç,
evrimsel açıdan bilinmezleri yaratmak için şartlandırılmıştır.
Bazı araştırma sonuçları
Son zamanlarda gerçekleştirilen bazı araştırmalar, genetik bitkilerin zararlarını
açıkça ortaya koymakta.
Genetik bitkiler, hiç kimsenin hesaba katmadığı maddeler üretiyor. CSIRO'da yapılan
araştırmalar da bunu kanıtlamakta. Bezelyeleri böcek larvaları için zehirli hale getiren
anti-böcek geni, memelilerce yenebilen bir fasulyeye ait. Ancak bezelyenin hücreleri
fasulyenin savunma maddesini, anlaşıldığı kadarıyla şiddetli bağışıklık reaksiyonuna
sebep verecek şekilde üretiyor.
Urbino Üniversitesi'nden Manuela Malatesta, fareleri genetik soyayla besledikten
sonra, karaciğer hücrelerinde yapısal farklılıklar saptamış.
Fransa Tarım Bakanlığı'nın genetik komisyonu (Commission du Genie
Biomoleculaire) daha geçen yıl genetik mısırla beslenen farelerin böbreklerinde ve
kanında meydana gelen değişimleri Monsanto firmasından öğrenmişti.
Fakat AB Gıda Ürünleri Güvenliği Dairesi bu sonuçtan sonra önlem aldı. Tartışmalı olan
MON 863 tipi mısır ile AB'de sadece hayvanlar besleniyor. Peki insanlar genetik
ürünlerin zararlı etkilerinden ne şekilde korunacak? Fransız moleküler biyolog Soralini,
laboratuvarda üretilen genetik bitkilerin, tıpkı böcek ilaçları gibi hayvan deneyleriyle
uzun vadeli olarak test edilmesini öneriyor.
Başta Greenpeace olmak üzere birçok çevre kuruluşu ise genetik bitki üretiminin
tümden durdurulmasından yanalar.
Spiegel'de yayımlanan haberde Alman Beslenme ve Gıda Araştırmaları Dairesi'nden
Klaaus-Dieter Jany ilginç bir noktaya değiniyor. Jany diyor ki, genetik bitkilerde ortaya
çıkan beklenmedik etkilerin yeterince test edilmediği doğru, fakat bu normal
üretimlerde de pek farklı değil. Konvansiyonel yöntemlerle üretilen türlerde 34 yeni
protein bulunmuş. Buna rağmen bu ürünlerde de testler yapılmamakta.
.........................................................................
Genetiği Değiştirilmiş Gıdaların Sağlık Riskleri
Bir bitkinin genlerinde değişiklik yapıldığında , dışarıdan eklenen genlerin bitkinin
genleri içerisinde nereye yerleşeceği ve ne tür özellikler göstereceği tam olarak
bilinemiyor. Bu bitki yapısında rastlantısal olarak birtakım değişikliklere yol açabileceği
anlamına gelir. Yine bu tür belirsizlikler nedeniyle, bitki bünyesinde, insanda alerjiye yol
açan, toksik (zehirleyici) etki yapan bazı farklılaşmalar yaşanabilir.
Gen aktarımında kullanılan bazı teknikler nedeniyle genleri değiştirilmiş bitkileri
tüketen insanlarda antibiyotiklere direnç gelişmesi olasılığı da sözkonusu.
Antibiyotiklere direnç kazanan insanlar hastalanıp antibiyotik kullanmak zorunda
kaldıklarında yeterli faydayı göremeyeceklerdir.
Biyoteknoloji firmalarının çoğu gen aktarımında bakteri ve virüslerden aldıkları
genleri kullanmaktadırlar. Bu genlerin ürünü olan proteinlerin bağışıklık sistemimizi
çökertme riskleri, kanser başta olmak üzere ne tür başka hastalıkları tetikleyecekleri
ise günümüz teknolojisiyle tahmin edilememekte ve sınanamamaktadır. Genetiği
değiştirilmiş gıdaları üretenler, bu gıdaları yukarıdaki riskleri yeterli süre deneyip
etkilerini araştırma zahmetine katlanmadan piyasaya sürmektedirler.
Biyoteknolojinin GDO silahını tarlalarımıza ve sofralarımıza yönelten uluslararası
gıda ve tarım tekellerinin tek amacı vardır:
Sonuçları ne olursa olsun, satabildikleri kadar GDO’ lu tohum satmak ve yedirebildikleri
kadar GDO’ lu ürün yedirmek.
Oysa ne Türkiye’ nin ne de dünyanın GDO’ lu tohumlara ve gıda ürünlerine ihtiyacı vardır.
Kendi sebze, meyve ve tahıllarımız bize yeter. Yerel yemek kültürlerimiz yeteri kadar
zengindir.
Biyoteknolojik yöntemlerle yapılan GDO’ lu tarım ve GDO’ lu ürünler, hem doğaya,
hem kendinden başka tarım sistemlerine, hem de dünya halklarının yerel yemek
kültürlerine ve tehdit demektir.
Bilim insanları tarafından çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri saptanmış
ve ileride çok büyük yıkımlara yol açacağı söylenen GDO’ lu tohumların;
o Ülkemiz topraklarında ekilmesine izin vermemeliyiz.
o Gıda ürünleri olarak ülkemiz insanlarına yedirilmesine hep birlikte karşı
çıkmalıyız.
o Ne yediğimizi sorgulamalıyız.
o Şüphe duyduğumuz ürünler için bunları üreten ve bunları denetlemekle
yükümlü olanları uyarmalıyız.
Devletin asli görevi eğer vatandaşlarının sağlık, refah ve güvenliğini sağlamaksa;
GDO’ lu ürünlerin ülkemize girişinin engellemesini talep etmeli, GDO’ lu ürünler
kullanmak istemediğimizi belirtmeli, bunu tüm kamuoyuna duyurmak üzere düzenli
kampanyalara destek vermeliyiz.
Tüketici Hakları Derneği’ nin yapmış olduğu bir açıklamaya göre, gıda maddesi ve
hayvan yemi olarak da kullanılan genetik yapısı değiştirilmiş soya ve mısır, dünyada
genetik yapısı değiştirilmiş tüm tarımsal ürün üretiminin yüzde 80' den fazlasını
oluşturmaktadır. Soya ve mısır ülkemizde yaklaşık bin çeşit gıda maddesinde girdi
olarak kullanılmaktadır.
Genetiği Değiştirilmiş Soyanın Kullanıldığı Gıdalar
Genetiği değiştirilmiş soya şu ürünlerde kullanılmaktadır:
o Soya yağı,
o Sucuk, salam, sosis, köfte ve pizza, hambuger gibi kırmızı etin kullanıldığı
ürünler ve et suyu tabletleri
o Soya etli kıyma, soya unu,
o Güveç yemekleri, şiş kebaplar,
o Fındık, fıstık ezmesi, çikolatalı ürünler, pastacılık ürünleri, çeşitli unlu
mamuller (ekmek çeşitleri),
o Süt tozu, kozmetik sanayi,
o Büyükbaş, küçükbaş ve kanatlı hayvan yemleri,
o Hazır çorbalar.
...............................................................................................
Tarımda Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Dünyadaki Son Durum
29-Mart-2007 Persembe- Hakan Ozan Erzincanlı, Ziraat Yük. Müh.
Geçtiğimiz 20 yılda genetik bilimi çok ilerlemiş; Mendel teorileri üzerine kurulmuş
olan klasik bitki ve hayvan ıslahı tekniklerinin yavaş, pahalı olması ve çoğu durumda
amaçlanan genetik ilerlemenin eskisine göre daha zor olması araştırmacıları yeni
arayışlara yöneltmiştir. Genetik bilimindeki gelişme, araştırmacıların; "canlıların genetik
yapısını, konvansiyonel ıslah yöntemleri ile uzun sürede değiştireceğimize, direkt DNA'
ya ulaşıp değiştirebilir miyiz?" sorusunu sormalarına yol açmış ve bu noktadan sonra
genetik olarak değiştirilmiş organizmalardan söz edilmeye başlanmıştır.
Bir organizmanın genetik olarak modifiye edilmesi, o canlının DNA kodunun insan
müdahalesi ile doğrudan değiştirilmesidir. Bu değişim genel olarak hedeflenen tek bir
özellik için yapılmaktadır.
Genetik olarak değiştirilmiş organizmalar kısaca "GDO" olarak belirtilmektedir ve
kelime anlamı olarak gen aktarımlı ürünler demektir. Örneğin, bir bitki çeşidinin
herhangi bir hastalık veya zararlıya karşı dayanıksızlığı söz konusuysa, transgen
teknolojisi ile istenen gene sahip bir mikroorganizma, bitki hatta hayvandan o geni alıp,
üzerinde çalışılan bitkiye aktararak daha dayanıklı yeni çeşitler elde edilebilmesi
olgusudur. Zararlılarla mücadele dışında, ürünün tadını ve görünümünü değiştirmek,
taşıma ve depolamaya uygunluğu arttırmak, besin değerini arttırmak amacıyla da gen
transferi işlemi uygulanmaktadır.
Bu şekilde transgen teknolojisi ile genetik olarak değiştirilmiş organizmalar kısaca
"GDO" (=Genetically Modified Organisms "GMO") olarak tanımlanmaktadır. Suslow ve
ark. (2002) gibi bazı araştırmacılar, kültürü yapılan bitki ve hayvanların hepsinin,
geleneksel ve modern teknolojiler kullanılarak modifiye edilmiş olmaları nedeni ile GDO
teriminin kullanılmasının yanıltıcı olabileceğini, bunların "transgenik bitkiler" ya da
"klonlanmış genleri içeren bitkiler" olarak tanımlanabileceklerini belirtmektedir. Ancak
GDO terimi, yukarıda ifade edildiği gibi, transgen teknolojisi ile modifiye edilmiş
organizmalarla sınırlı olarak kullanılmakta olduğundan, transgenik bitkiler ve GDO
terimlerinin eş anlamlı olarak yaygınlaştığı görülmektedir.
Biyoteknoloji alanında dünyada son yirmi yılda yapılan uygulama ve araştırma
konularına göz atıldığında, biyoteknolojinin özellikle sağlık, tarım, gıda sektörleri ile
kimyasalların çevreye verdiği zararın giderilmesi için kullanıldığı görülmektedir. 2000 yılı
itibariyle, 150 milyar ABD Doları civarında bir pazar büyüklüğü olduğu kabul edilen
biyoteknoloji ürünlerinden, tarım ve gıda sektörlerine dönük ürünlerin aldıkları pay,
OECD verilerine göre, yaklaşık yüzde 23'tür (www.oecd.org/biotrack4).
Şunu belirtmek gerekir ki, modern biyoteknoloji en geniş kullanım alanını tarımda
bulmuştur. İlk ürünler, hayvanların tedavisinde kullanılmak üzere ya da tarım
zararlılarıyla biyolojik mücadelenin sağlanması amacına dönük olarak piyasaya
sürülmüştür. Tarla denemesi yapılan ürünlerin çoğunda amaç, zararlı ot ilaçlarına, virüs
veya böceklere karşı dayanıklı ürün elde edilmesi şeklinde olmuştur. Gen aktarımı
(transgenetik) yönteminin başarıyla uygulandığı bitkilerin başlıcaları mısır, soya
fasulyesi, pamuk ve kolza gibi ürünlerdir (DPT, 2000).
Gelişmiş ülkelerin mutlak hâkimiyetinin bulunduğu biyoteknoloji alanında, şirket ve
çalışan sayısı ile toplam yatırım miktarı bakımından da ABD'nin önderliği bulunmaktadır.
1998 yılı rakamlarıyla ABD'de 1300 civarında şirketin bu konuda faaliyette bulunduğu
anlaşılırken, tarım konusunda iki büyük şirket, özellikle tohumculukta, gerek ABD
gerekse dünya pazarlarında büyük payı ellerinde tutmaktadırlar. Avrupa Birliği ülkeleri
arasında biyoteknoloji konusunda yapılan araştırmalara en fazla sermaye yatıran ülkeler
İngiltere, Almanya ve Fransa olarak sıralanabilecektir. Biyoteknoloji ürünleri pazarından,
tarıma yönelik ürünlerin aldığı pay incelendiğinde ise, ABD'de yüzde 8, Avrupa'da ise
yüzde 16 olduğu saptanmaktadır (www.oecd.org/biotrack).
Japonya daha geriden gelmekle birlikte biyoteknoloji konusundaki yatırımlarını her
geçen yıl artırmaktadır. Biyoteknoloji alanında 1950'lere dayanan bir geçmişi olan İsrail,
tarım konusundaki gelişmelerin büyük bir kısmını bu alandaki araştırmalarına borçludur
ve halen büyüyen bir sektöre sahiptir. Brezilya da araştırma alanında yeni girişimlerde
bulunmakta ve daha ziyade tarım alanındaki araştırmalara eğilmektedir (Miller,
2000).
Gelişmekte olan ülkeler bu gibi araştırmalara büyük miktarlar ayıramadıkları için
araştırma yatırımlarında ve biyoteknoloji uygulamalarında gelişmiş ülkelerin gerisinde
kalmaktadırlar. Bu ülkelerden Hindistan'da, hükümet katkılarıyla özellikle sağlık
konularındaki araştırma ortamının geliştirilmesiyle ilgili çabalar dikkati çekmektedir
(DPT, 2000).
Transgenik ürünler konusundaki araştırmalardan ortaya çıkan sonuçlardan elde
edilen ve pazarlanmasında herhangi sakınca görülmeyen ürünlerin araştırmacı
şirketlerce patentlerinin alınarak kullanım hakkının elde edilmesi, ticarette gelişmiş
ülkelere ayrı bir üstünlük kazandırırken, gelişmekte olan ülkelerin patent ve lisans
hakları için ödediği miktarlar 1995 yılı rakamlarıyla 60 milyar ABD Dolarını bulmaktadır
(Aydın, 2000).
Dünya ticaretinde iki önemli taraf olan ABD ve AB'nin transgenik ürünlerin üretimi ve
ticareti konusundaki farklı uygulamaları dikkati çekmektedir. Transgenik ürünlerin
büyük ölçüde özel kesim Ar-Ge çalışmaları ile geliştirildiği ABD'de konuya daha liberal
bir yaklaşım sergilenirken, AB'de ise, özellikle tüketicinin çevre ve sağlık kaygılarının ön
plana çıkması nedeniyle etiketleme de dâhil, yoğun bir kamu düzenlemesine tabi
olmaktadır (DPT, 2000).
AB'nin yaklaşımı biyogüvenlik kavramı ile bağlantılı olarak ortaya çıkmaktadır.
Biyogüvenlik kavramı, modern biyoteknoloji teknik, uygulama ve ürünlerinin insan sağlığı
ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşturabileceği olumsuz etkilerin belirlenmesi sürecini ve
belirlenen risklerin meydana gelme olasılığının ortadan kaldırılması veya meydana
gelmesi durumunda oluşacak zararların kontrol altında tutulması için alınacak tedbirleri
kapsamaktadır (DPT, 2000).
Avrupa Birliği ülkelerindeki yoğun kamuoyu endişelerini giderebilmek amacıyla, 13
AB üyesi ülkeden 65 bilim insanının katılımıyla, 3,5 yıl süren ve 11,5 milyon Euro
harcanarak yürütülen ENTRANSFOOD Projesi, halen üretilip tüketilmekte olan genetiği
değiştirilmiş ürünlerin, insan sağlığı açısından klasik yöntemlerle elde edilen ürünlerden
daha tehlikeli olmadığını ortaya koymuştur (Kuiper ve ark., 2004).
Transgenik Bitkilerin Ekiliş Alanları
Gelişmiş ülkelerdeki araştırma-geliştirme çalışmaları içinde biyoteknoloji konusunda
önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bunun sonucunda, gen aktarımlı (transgenik) bitkiler
son zamanlarda üzerinde en çok konuşulan bitki grubunu oluşturmaktadır. Özellikle
ABD'de yapılan araştırmalar sonucunda mısır, pamuk, patates ve soyada transgenik
çeşitler elde edilmiş, ekim alanlarının belirli bir bölümünde bu bitkiler ekilir hale
gelmiştir.
Herbisite dayanıklılık, en yaygın transgenik uygulamadır. Herbisite dayanıklılık soya,
mısır, kanola ve pamuk gibi genetiği değiştirilmiş temel ürünlerin tümünde
mümkündür.
İlk herbiside dayanıklı şeker pancarı 2005 yılında ABD, Kanada ve Filipinler'de
onaylanmıştır. Herbisite dayanıklı pirinç ve buğday halen geliştirilmektedir, ancak
kullanıma girmemiştir. Genel uygulama glyphosate (Roundup TM) veya
glufosinate-ammonium (Liberty TM) herbisitlerine karşı yapılması şeklindedir. Çizelge 2'
de de görülebileceği gibi dünya çapında 90 milyon hektar transgenik bitki ekili alanın %
71' i bu bitkilerden oluşmaktadır (James, 2005).
GDO’ lu Ürünlerin Etiketlenmesi
Gen teknolojisi ile üretilmiş organizmalardan üretilen ya da bunların eklenmiş olduğu
gıdaların etiketlenmesi konusunda dünyada farklı rejimler uygulanmaktadır. Çizelge 7’
de, Avrupa Birliği dâhil bazı ülkelerde bu tip gıdalar için etiketleme zorunluluğu
bulunduğu halde Kanada, A.B.D ve Hong Kong' da belirli koşullarda etiketleme yapıldığı,
bu arada düzenleme bulunmayan ülkelerin de olduğu görülmektedir.
Etiketleme zorunluluğu, pazarlanan ürün içerisindeki GDO oranına göre de değişim
göstermektedir. Avusturalya, Yeni Zelanda ve Avrupa Birliği' nde % 1 ve daha fazla GDO
içeren gıda ürünleri için etiketleme zorunluluğu olmasına karşın, Japonya' da bu oran %
5' tir. Güney Kore' de ise ürünün içerisindeki ilk beş maddede (the top 5 ingredients),
GDO oranının % 3 ve üzeri olması durumunda etiketleme zorunludur (Jurgens,
2006).
Seviye
Açıklama
Ülkeler
Tam olarak düzenlenmiş zorunlu etiketleme rejimleri
Ürün etiketleme yöntemi - gen teknolojisi kullanılarak üretilmiş organizmalardan
kaynaklanan maddeler içeren veya bunlardan türetilen tüm gıdaların zorunlu
etiketlenmesi
Avrupa Birliği
Gıda etiketlemenin bileşimi - son ürün olan gıdanın içerisinde yeni DNA ve/veya
protein mevcut olan tüm GDO gıdaların ve içeriklerin zorunlu etiketlenmesi.
Avustralya/Yeni Zelanda, Rusya
Gıda etiketlemenin bileşimi (sınırlı kapsam) - sadece son ürün olan gıdanın içerisinde
yeni DNA ve/veya protein mevcut olan GD gıda veya gıdanın temel maddesi olan bir
bileşik içeren tanımlanmış gıda kalemlerinin zorunlu etiketlenmesi.
Japonya, Çin, Kore, Tayland ve Malezya (önerildi)
Çeşitli düzenleyici ve gönüllü yaklaşımlardan oluşan etiketleme rejimi
Karşılaştırmalı etiketleme - sadece GD gıdanın konvansiyonel ikizinden önemli
ölçüde farklılık gösterdiği durumlarda zorunlu etiketlenmesi
Kanada, ABD, Hong Kong (önerildi)
Gönüllü etiketleme - Gönüllü rejim (GD ve konvansiyonel ikizi ile aynı yapıda ise)
yanlış, saptırıcı, aldatıcı etiketleme, reklâma ile ilgili dürüst ticari düzenlemelere güven
duymak ve uygunluk için yardımcı olacak ilgili tüzüğe itimat etmek ile oluşur.
Kanada, ABD
Düzenleme yok
Diğer- Mevcut bir düzenleme yok. Gönüllü etiketleme için izin verilebilir ancak ilgili
tüzüğe veya kılavuz ile ilgili bir belirti mevcut değil.
Filipinler, Singapur
Polen Kaçışı, Mesafeler ve Konvansiyonel Ürünle Genetiği Değiştirilmiş (GD) Ürünün
Birlikte Yetiştirilebilirliği (Coexistence)
İspanya’ da çiftçi tohum ekimine hazırlık, arazinin bakımı, hasat edilmiş arazinin
işlenmesi gibi işlemler sırasında GD tohum tedarikçisi ve çiftçi arasında sözleşmeye
bağlanmış yükümlülüklere sıkı sıkıya uymalıdır. Diğer araziler ile GD ürün üretilen
araziler arası 50 metre güvenlik mesafesi bırakılmak zorundadır. Konvansiyonel
ürünlerin çiçeklenme süresince kazara oluşacak çapraz bulaşmayı önlemek için GD
ürünlerin tahmin edilen çiçeklenme zamanı beyan edilmelidir. Tüm bunlara ek olarak,
dört sıra konvansiyonel mısır ekilmiş bir tampon bölge, GD polen tuzağı gibi işlev
görecektir (Kalla, 2005).
Danimarkalı GD çiftçisi, komşularına izin verilmiş bir GD ürün yetiştirme niyeti
olduğuna dair bilgi vermelidir. Bu bilgilendirme resmi bir tescil olarak sunulur. GD
üreticisi aynı zamanda, hangi GD ürünü üretiyor olursa olsun yasal bir zorunluluk olan
"GDO lisansı" alabilmek için GD üreticilerine özel bir eğitim almak zorundadır.
Danimarka tohum sanayii, bazı GD ürünlerde (kanola, çim ve yonca gibi) ayrıştırma
toleransının % 0,1 seviyesinde olması dolayısı ile teknik sorunlar öngördüğü için bu
ürünleri geçici olarak durdurmuştur (Kalla, 2005).
Almanya'da, % 0,9'dan daha az GD içeren ürün teslim etmek için bir sözleşme
imzalamış olan GD-dışı ürün üreten çiftçi, sözkonusu üründe eşik seviyenin aşılması
durumunda, GD üretim yapan komşu çiftçileri Alman yasalarına göre ortak sorumlu
gösterebilir. İzin verilmiş GD ürünlerle ilgili olası kaza durumunda sözleşme şartlarından
doğan yükümlülükler, GD üreticisi çiftçi tarafından karşılanır. GD üreticisi çiftçi, elinden
gelenin en iyisi ile tüm güvenlik önlemlerini almış, tüm ayrıştırma protokollerini
uygulamış olsa da kaza durumunda sözleşme şartlarından doğan yükümlülükleri
karşılamak zorundadır (Kalla, 2005).
SONUÇ
Yeşil devrim, tarımsal üretimde kantitatif ve kimi zaman kalitatif açıdan geçen 100
yılda büyük ilerlemeler sağlanmasına sebep olmuştur. Bunun ardından genetik
mühendislik kapsamında canlı organizmanın DNA' sında doğrudan değişiklikler yapma
gündeme gelmiş, araştırmalar bu konuya yoğunlaşmıştır. Ülkemizde de bu alanda sınırlı
da olsa önemli çalışmalar yapılmaktadır.
Aralık 2006 tarihine kadar 26 özel şirket ve kurumun, 21 bitki türünde, yoğunluk
mısır (39), pamuk (19) ve kanolada (15) olmak üzere 121 genetiği değiştirilmiş varyete
geliştirdiği saptanmıştır.
Dünya genelinde oluşturulan bu yeni varyetelerin tüketici haklarını koruma amaçlı
etiketlenmesi üç farklı şekilde olmaktadır. Buna göre Avrupa Birliği, Avustralya/Yeni
Zelanda, Rusya, Japonya, Çin, Kore, Tayland ve Malezya' da tam olarak düzenlenmiş
zorunlu etiketleme rejimi; Kanada, ABD, Hong Kong' ta çeşitli düzenleyici ve gönüllü
yaklaşımlardan oluşan etiketleme rejimi uygulanırken Filipinler ve Singapur' da herhangi
bir etiketleme rejimi belirlenmemiş ve uygulanmamaktadır.
Bu çalışmanın sonucunda, Türkiye koşullarında şu an üretimi ve satışı yasak olan
genetiği değiştirilmiş tarımsal ürünlerin ithal edilmemesi için gümrük kapılarında kontrol
edilecek tür, varyete çeşitleri ve üretici kurum ve firma isimleri netleştirilmiştir. Bu
çalışmadan da anlaşılacağı gibi ülkemizde genetik değişime uğradığı sanılan hıyar, biber,
fındık, gibi birçok bitki türünde genetik değişim yapılmamıştır ve/veya bu türlerin ticari
olarak satışı yapılmamaktadır. Bunun yanı sıra tütünde nikotin içeriğini azaltma gibi
kalite yönünde yapılan bazı genetik değişimlerin insan sağlığına zararları konusu gözden
geçirilmeli; insektisitlerin daha az miktarda kullanılması ve böylece hem gıda güvenliği
hem de çevre sağlığı açısından iyi olabilecek yönde genetik değişimlerin, iyi veya kötü
olduğu konusu daha detaylı incelenmelidir.
Çalışma sonunda görülmektedir ki tarımsal ürünlerde genetik değişime izin veren
ülkelerde alt yapısı kuvvetli denetim sistemleri oluşturulmuştur ve genetiği değiştirilmiş
ürünler uzun süreli denetimlerden geçtikten sonra onaylanmakta ve uygun şekilde
etiketlenmektedir.
Globalleşen dünyada gerek araştırma geliştirme, gerekse üretim ve tüketim amaçlı
genetiği değiştirilmiş ürünlerin kullanımı gelecekte Türkiye' nin de önünde durmaktadır.
Ülkemizde her ne kadar GDO içerikli gen kaynağı kullanımı yasak olsa da gümrüklerde
yeterli denetim mümkün olamamakta, analiz yapabilmek için akredite laboratuvarlara
ulaşılamamaktadır. Tarımsal ürünlerin uygun alt yapıya haiz sistemler ile denetimden
geçirilerek yine uygun şekilde etiketlenmesi ile tüketici haklarının korunması en
öncelikli konudur. Bu bağlamda Avrupa Birliği' ne uyum sürecinde bulunduğumuz bu
dönemde, GDO denetleme ve onay yöntemi AB yönetmelikleri ile uyumlulaştırılmalı;
EFSA ile koordineli çalışmalar yürütülerek genetiği değiştirilmiş tarımsal ürünler
konusunda gıda güvenliği riskleri asgariye indirilip tüketicilere güvenli gıda temin etme
imkânı sunulmalıdır.
Bu bağlamda Türkiye’ de, özellikle ithal edilen genetik değişime uğramış ürünlerin
ülkeye kabulü sırasında detaylı analizler yapabilecek kontrol laboratuvarlarının
kurulması ve yapılan kontrollerin sonucuna göre hangi düzeyde genetiği değişmiş
ürünlerin kabul veya red edileceğini tanımlayan yönetmelikler oluşturulması
gerekmektedir. Buna göre yapılmış olan bu çalışma sürekli güncel tutularak ürünlere
göre risk seviyeleri belirlenmeli, kontroller bu çerçevede yürütülerek etkinlikleri
arttırılmalıdır. Bütün bu hususların ışığında, “Ulusal Biyogüvenlik Yasası” nın bir an önce
çıkarılması önemli bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
Saygı ve sevgilerimle,
Hakan Ozan Erzincanlı
...............................................
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ İTHAL MISIRLARA HAYIR!
9 Mayıs 2007 00.01
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma
Platformu, KESK Tarım Orkam-Sen ve GDO’ya Hayır Platformu genetiği değiştirilmiş
ithal mısırlarla ilgili olarak 8 Mayıs 2007 tarihinde ortak basın açıklaması yaptılar. Basın
açıklaması:
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ İTHAL MISIRLARA HAYIR!
Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), 16 Mart 2007 tarihinde internet sitesinden 235.000
ton mısır, 15.000 ton buğday dışalımı yapacağını duyurdu. Bunun üzerine TMMOB Ziraat
Mühendisleri Odası, Çiftçi Sendikaları ve KESK’e bağlı Tarım Orkam-Sen, “Ürettiğimiz
Ürünlerin Dış Alımına Hayır” başlığı altında 01 Nisan 2007 tarihinde bir basın toplantısı
düzenlemiş, olası sorunlara dikkat çekmiş, kaygılarını kamuoyu ile paylaşmıştı. Söz
konusu basın açıklamasında;
- Türkiye’de hükümetlerin bir süreden beri dış dinamiklere bağlı politikalar
uyguladığı, onların yaptırımıyla tarımda destekleri kıstığı, hasat döneminde ithalat
yapılmasına izin verdiği, bu yanlış politikalar nedeniyle üreticilerin ürünlerini yok
pahasına elden çıkarmak zorunda kaldığı,
- Türkiye’de tarım oldukça sorunlu bir dönemden geçerken; yapılan kimi doğru
olmayan açıklamalarla, tarım sektöründe yaşananların kamuoyundan gizlenmeye ve
hatta tam tersine bir başarı öyküsü gibi sunulmaya çalışıldığı,
- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 24 Mart 2007 tarihinde İstanbul’da düzenlenen
toplantıda yapmış olduğu açılış konuşmasında “mısır üretiminde 2002 yılında 2,1 milyon
ton olan üretimin, 2005 yılında 4,2 milyon tona çıkarak %100 bir artış kaydettiği”, “2002
yılında 19 buçuk milyon ton olan buğday üretimimizin 2005 yılında 21 buçuk milyon tona
ulaştığı” ifadelerini kullanarak ve iktidarları döneminde tarım sektörünün sürekli bir
kalkınma çizgisi içinde olduğu belirtiliyordu.
Söz konusu açıklamasında Başbakan’ın 2006 yılı rakamlarına değinmemesi
nedeniyle, yaşanan tarım gerçeğine ilişkin düşüncelerimizi DİE ve TÜİK rakamları
eşliğinde basın yoluyla kamuoyuna duyurmuştuk.
Yaptığımız açıklamada, ülkemizdeki tarımsal üretimin sürdürülebilir olmaktan çıktığını,
üretimin kimi tarımsal ürünlerde gerilediğini, kimi tarımsal ürünlerdeyse üretim artışının
nüfus artışının gerisinde kaldığını belirtmiştik. Ayrıca, mısır üretiminde de gerileme
olduğu gerekçesiyle Toprak Mahsulleri Ofisi’nin mısır ithalatı yapacağı, bu kapsamda 2
Nisan – 21 Mayıs 2007 tarihleri arasında 110 bin tonu Arjantin’den olmak üzere, toplam
250 bin ton mısır ve buğdayın Bandırma ve Derince limanlarına getirileceğini ifade
ederek Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na yanıtlanması gereken bazı sorular
sormuştuk:
- Arjantin’den gelen mısırlar ülkemize girmeden önce analize tabi tutulacak mı?
- Mısırların GDO’lu olması halinde hükümet olarak tavrınız ne olacaktır?
- Analiz sonuçlarını kamuoyu ile paylaşacak mısınız?
Tahmin edileceği gibi, sözü edilen basın açıklamasında sormuş olduğumuz yukarıdaki
sorulara yetkililerden herhangi bir yanıt gelmedi! Yetkililerin göstermesi gereken
sorumluluk demokratik kitle örgütleri tarafından yerine getirildi ve konunun takipçiliği
yapıldı.
Arjantin’den getirilen 40.000 tonluk ilk parti mısır geçen ayın ortasında Bandırma
Limanı’na indirildi. Herkesçe bilindiği üzere, Arjantin, ABD’den sonra dünya üzerinde en
çok GDO’lu ürün yetiştiren ülkelerin başında gelmektedir. Bu gerçeği dikkate alan sivil
toplum kuruluşlarının yaptırdığı ilk analizler, getirilen mısırların GDO’lu olduğunu ortaya
koymuştur.
Türkiye’de GDO’lara kayıtsız şartsız izin vermekte ısrarcı olan idare, GDO’ları kesin
olarak reddeden kamuoyunu aşamamasının yarattığı ikilem nedeniyle, tarafı olduğu
Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün gerektirdiği bir Biyogüvenlik Yasası’na sahip
değildir. Cartagena Biyogüvenlik Protokolü gereğince, gerekli yasal düzenleme
yapılmaksızın genetiği değiştirilmiş tarımsal ürünlerin ithalatı söz konusu olamaz. İşte
bu gerçeğe rağmen, pek çok bilim insanının laboratuarlardan hiç çıkmaması gerektiğini
düşündüğü, güvenilirliği belirsiz, zararları konusunda ciddi iddialar bulunan, faydası ise
tüm iddialara rağmen kanıtlanamamış bir vaatten öteye gitmeyen GDO’ların yine,
yeniden ve bu defa devlet eliyle satın alındığı anlaşılmaktadır. Bu tavır ülkemizi, iktisadi
ve biyolojik bir yıkıma doğru sürüklemektedir.
Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün açık hükümlerine rağmen hükümet üzerine
düşen sorumluğu yerine getirmemiş, ülkenin uluslararası alandaki onurunu ve
güvenilirliğini zedeleyerek protokolün gereklerini yapmamakta ısrar etmiştir. TMO Genel
Müdürü İsmail Kemaloğlu’nun yaptığı açıklama da aynı zihniyetin yansıması
niteliğindedir. Sayın Kemaloğlu’nun açıklaması şöyledir:
“Genetiği değiştirilmiş bir ürünün ülke içine girişini yasaklayan bir mevzuat yoktur.
Sadece gıda maddesi amacıyla kullanılıyorsa bu oranın binde 7’yi geçmemesi gerekir.
Geçiyorsa da bu etiketlerde dikkate çekilmelidir. Bunun dışında bu ürünün Türkiye’ye
girdi ve girmedi anlamında bizim yapacak her hangi bir şeyimiz yok. Sektör yıllardır aynı
menşei ithalat yapmış ve yapmaktadır. Bu noktada TMO’nun yaptığı şey de farklı bir şey
değildir.” (İlkhaber Gazetesi, 2 Mayıs 2007) Bir konuda daha önce yanlışlık yapılmış
olması, bu yanlışlığın sürdürülmesi için gerekçe olamaz. Bu talihsiz açıklama ülkemize
yıllardır GDO’lu ürünlerin girdiğini de bir kez daha kanıtlamaktadır.
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, KESK Tarım Orkam-Sen, Çiftçi Sendikaları
Konfederasyonlaşma Platformu ve GDO’ya Hayır Platformu, mücadelesini TMO’nun
yaptığı bu hukuk dışı ve kabul edilemez uygulamaya son verinceye kadar sürdürmeye
kararlıdır.
Yapılan hatanın telafisi için ithal edilen ürünlerin bir an evvel toplatılıp imhası, yeni
ithalatlar söz konusu olduğunda biyogüvenlik açısından gerekli önlem ve güvencelerin
alınıp sürecin şeffaflık ilkesi çerçevesinde ve kamuoyu gözetimine açık olacak şekilde
örgütlenmesi sağlanmalıdır. İdarenin çok uluslu şirketlerin değil, halkımızın istek ve
çıkarlarına uygun bir Biyogüvenlik Yasası’nı bir an önce hazırlaması ve kamuoyunun
tartışmasına açmasını talep ediyoruz.
GDO’LU MISIRLAR İMHA EDİLMELİ! İTHALATI DERHAL
DURDURULMALIDIR!
Hububat Üreticileri Sendikası (Hububat Sen) TMO tarafından Arjantin’den ithal
edilen mısırların imha edilmesini ve ithalatının durdurulmasını talep etti. Hububat Sen
Kurucu Genel Başkanı Abdullah Aysu tarafından yapılan basın açıklaması:
GDO’LU MISIRLAR İMHA EDİLMELİ! İTHALATI DERHAL
DURDURULMALIDIR!
Tarımda destekler kısıtlanıyor. Ürün fiyatları maliyetlerin altında belirleniyor. Hasat
döneminde ithalata izin veriliyor. Hükümetin bu yanlış uygulamaları sonucu üreticilerin
alınteri olan mahsulüne sanayici ve tüccar yok pahasına el koyuyor.
Üreticiler her geçen gün yoksullaştırılıyor, üretemez duruma sokuluyor.
Üreticileri bu duruma getiren hükümet doğru olmayan açıklamalarıyla halkı yanıltmaya
devam ediyor. Tarım kesiminde her şeyin tozpembe olduğunu kendi dönemlerinin çok
başarılı olduğunu her fırsatta ve zeminde yineliyor.
Başbakan 2002 yılında 2,1 milyon ton olan mısır üretimini 2005 yılında 4,2 milyona
çıkardıklarını yüzde % 100 bir artış kaydettiklerini söylüyor, ama 2006 yılı üretim
miktarından hiç söz etmiyor. Başbakanın söylediklerinin üzerinden daha bir ay bile
geçmeden neden mısır ithal ettiklerini ne Başbakan ne bir bakan ne de bir yetkili
açıklamıyor.
Başta Başbakan ve diğer hükümet yetkilileri, tarım sektörü gündeme geldiğinde;
sektörünün sürekli bir kalkınma çizgisi içinde olduğunu belirtiyor, tarımsal ithalatımız
her geçen gün artıyor, diyor. Ama gerçekler hiç de hükümet yetkililerin anlattığı gibi,
değil. Biz mısır ithal ediyoruz, hem de, tarım kesimindeki örgütlerin tüm uyarılarına
rağmen GDO’lu mısır üreten ülkelerden bu ithalatı yapıyoruz.
Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), 16 Mart 2007 tarihinde internet sitesinden 235.000
ton mısır, 15.000 ton buğday dışalımı yapacağını duyurdu.
Mısır ithalatı yapılacak ülkelerden birinin Arjantin olduğu öğrenildiğinde ise tarım
kesimindeki örgütler ve diğer demokratik kitle örgütleri mısırların GDO’lu olabileceğine
dikkat çekmiş, mısır yüklü gemiler daha limanlarımıza gelmeden hükümeti uyarmayı
görev bilmişlerdi.
Ayrıca ithalatın 2 Nisan – 21 Mayıs 2007 tarihleri arasında başlayacağı ve 110 bin ton
mısırın Arjantin’den geleceğinin duyulması üzerine tarım kesimindeki örgütler kaygılarını
gidermek amacıyla Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na yanıtlanması için şu soruları
sordular:
• Arjantin’den gelen mısırlar ülkemize girmeden önce analize tabi tutulacak
mı?
• Mısırların GDO’lu olması halinde hükümet olarak tavrınız ne olacaktır?
• Analiz sonuçlarını kamuoyu ile paylaşacak mısınız?
Hükümet bu soruları yanıtlamaya bile gerek görmedi, ithalata kalınan yerden devam
etti. Sivil toplum örgütleri sorumlu davranarak Arjantin’den getirilen 40.000 tonluk
mısırlardan örnekler alıp analiz ettirdi ve Arjantin’den ithal edilen mısırların GDO’lu
olduğu belirlendi. Sivil toplum kuruluşları bu durumu kamuoyu ile paylaştı, Hükümette
yine ses yok.
Bu konuda TMO Genel Müdürü İsmail Kemaloğlu şöyle bir açıklamada bulundu: “Genetiği
değiştirilmiş bir ürünün ülke içine girişini yasaklayan bir mevzuat yoktur. Sadece gıda
maddesi amacıyla kullanılıyorsa bu oranın binde 7’yi geçmemesi gerekir. Geçiyorsa da
bu etiketlerde dikkate çekilmelidir. Bunun dışında bu ürünün Türkiye’ye girdi ve girmedi
anlamında bizim yapacak her hangi bir şeyimiz yok. Sektör yıllardır aynı menşei ithalat
yapmış ve yapmaktadır. Bu noktada TMO’nun yaptığı şey de farklı bir şey değildir.”
(İlkhaber Gazetesi, 2 Mayıs 2007)
Bu sözleri söyleyen TMO Genel Müdürü İsmail Kemaloğlu Türkiye’nin imzalayarak
tarafı olduğu Cartagena Biyogüvenlik Protokolü gereğince, gerekli yasal düzenleme
yapılmaksızın genetiği değiştirilmiş tarımsal ürünlerin ithalatı söz konusu olamayacağını
görmezden geliyor. “Sektör yıllardır aynı menşei ithal etmiş ve yapmaktadır “
açıklamasıyla da adeta hükümetlerin bugüne kadar görev kusuru işlediğini ihbar ediyor.
Başka bir deyişle İsmail Kemaloğlu, GDO’lu mısırların “devlet eliyle” satın alındığını
alenen beyan ediyor. Yani sorunu çözmesi için başvuracağınız yetkili olan hükümet bu işi
zaten ezelden beri yapıyor, sizin çabalarınız nafile, Hükümetin bu konudaki oluşan
hassasiyete/duyarlılığa kayıtsız kalacağını ima ediyor. Peki, biz şimdi kime/nereye
başvuracağız.
Devletimizin Cartagena Biyogüvenlik Protokolüne attığı imza ile onurumuzu,
Arjantin’den ithal edilen ve GDO’lu olduğu anlaşılan mısırların insan sağlığı için olası
riskini, ülkemizin uğrayacağı iktisadi ve biyolojik yıkıma karşı elimiz böğrümüzde seyir
mi edeceğiz?
Mademki başvuracağımız bir merci yok, bizlere yol burada bitti deniliyor. Bizler de
yol burada bitmedi diyoruz! HUBUBAT ÜRETİCİLERİ SENDİKASI olarak ülkemizin
iktisadi ve biyolojik yıkıma uğratılacağından endişemizi sizlerle paylaşarak işe
başlıyoruz. GDO’lu ürünlerin ülkeye girmesine karşı olan tüm örgüt, kurum, kuruluş ve
kişilerle birlikte davranacağımızı kamuoyu ile paylaşıyoruz. Hükümetimizin de ulusaşırı
tarım ve gıda şirketlerinin insan sağlığı için risk oluşturan, biyolojik ve iktisadi yıkım
yaratacağına inandığımız bu GDO’lu mısırının ithalatından derhal vazgeçme
sorumluluğunu göstermesini bekliyoruz.
Türkiye’ye GDO’lu Ürünler Giremez!
Özgürlük ve Dayanışma Partisi -ÖDP- Tarım Çalışma Gurubu Koordinotörü Ahmet
Bekmen 31 Mart 2007 tarihinde “AKP GDO ‘lu Mısır mı İthal Ediyor” başlıklı basın
açıklaması yayınlayarak, bu konuyla ilgili olarak herkesi duyarlı olmaya çağırmıştı.
Bandırma Limanına indirilen ve Arjantin’den ithal edilen mısırlar üzerinde yapılan ilk
tahlil sonuçlarının GDO’ lu olduklarını göstermesi üzerine Ahmet Bekmen yeni bir basın
açıklaması yayınladı.
Türkiye’ye GDO’lu Ürünler Giremez!
Bundan bir süre önce, mısır ve buğdayda rekor üretime ulaştığımızı söyleyen AKP
hükümetinin, Arjantin’den mısır ve buğday ithal ettiği, partimizin de dahil olduğu çeşitli
kurum ve kuruluşlarca kamuoyuna duyurulmuştur. 40.000 tonluk ilk parti geçen ay
içinde Bandırma limanına ulaşmıştır.
Bu ürünlerin GDO’lu olduğuna dair oluşan şüphe nedeniyle, AKP hükümetinden bu
konuda kamuoyunu bilgilendirmesini istemiş ve eğer öyleyse herhangi bir yasal zemine
dayanmayan bu tür bir uygulamanın derhal durdurulması gerektiğini belirtmiştik. Bu süre
zarfında yapılan analizler sonucu ithal edilen bu ürünlerin GDO’lu olduğu anlaşılmış
bulunmaktadır.
İmzaladığı ve yürürlüğe soktuğu Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’ne uymakla yükümlü
Türkiye, Biyo-güvenlik Yasası’nı hâlihazırda çıkartmamış durumdadır. Bu yasa çıkmadan
ve bu yasaya yönelik kamuoyu nezrinde açık bir tartışma yapmadan GDO’lu ürün
ithalatına girişmek açık bir hukuksuzluktur.
Halk sağlığını hiçe sayan ve uluslararası GDO’lu ürün ve tohum patenti tekellerinin
güdümünde olduğu aşikâr olan AKP hükümeti, tarım alanında yürürlüğe soktuğu ve
kırsalı tavsiye etmeye yönelik gayri-meşru uygulamalarına artık hukuksuzluğu da
eklemiştir.
GDO’lu ürün ve patent tekellerinin mağduru artık sadece çiftçiler değildir. GDO’lu üretim
doğaya, biyolojik çeşitliliğe düşmandır. Biyolojik çeşitliliği korumak hepimizin
yararınadır. GDO’lu üretim halk sağlığına düşmandır. Neslimizin ve gelecek nesillerin
sağlıklı bir hayat sürmesini istemek en doğal hakkımızdır.
GDO’lu ithal ürünlerin ikinci partisi kısa zaman sonra ülkemize giriş yapacaktır. Bu süreç
derhal durdurulmalı ve daha önce getirilen tüm GDO’lu ürünler toplatılmalıdır.
Uluslararası tekellerin güdümünde kalmaya kararlı görünen AKP hükümeti bu
kararlılığından vazgeçmezse, hiç şüphesi olmasın ki duyarlı kamuoyu bu sorumluluğu
yerine getirecek insiyatifleri kendisi kurmaya başlayacaktır.
Bu süreçteki siyasi sorumluluğunun bilincinde olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi, tüm
kamuoyunu fikir beyan etmenin ötesine geçmeye ve aktif tutum almaya
çağırmaktadır.
THD: GDO’lu Mısır İthal Edenlerden Hesap Soracağız
Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) şirketlerin isteğiyle Arjantin, AB, Ukrayna,
Bulgaristan ve Macaristan’dan ithal etmeye başladığı mısırın 4o bin ton olan ilk partisi
geçen ay Bandırma Limanı’na indirildi. Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı Turhan
Çakar konuyla ilgili bir basın açıklaması yayınladı. Çakar, GDO’lu Mısır ithalatına göz
yuman yetkililerden hesap sorulacağını söyledi. THD’nin yaptığı basın
açıklaması:
GDO’LU MISIR İTHAL EDENLERDEN HESAP SORACAĞIZ
Toprak Mahsulleri Ofisi, çeşitli firmalardan gelen talepler üzerine, Türkiye’ye 2007
yılında 235.000 ton mısır ithal edeceğini 16 Mart 2007 de internet sitesinde duyurdu.
Nitekim,Arjantin’den ithal edilen 40bin tonluk GDO’lu mısır 2007 Nisan ayının ortasında
bandırma limanına gelmiştir.
Gelen mısır üzerinde yaptırdığımız analizlerde laboratuarlardan alınan ilk inceleme
sonucunda ithal edilen mısırın GDO’lu olduğu anlaşılmıştır. Toprak Mahsulleri Ofisi
(TMO) Genel Müdürü 2 Mayıs 2007 tarihli ilkhaber gazetesinde, gelen mısırın GDO’lu
olduğunu ve bu tür mısırın ülke içine girişini yasaklayan bir mevzuat olmadığını
belirtmiştir.
Oysa ki, Türkiye’nin taraf olduğu ve onaylayarak yürürlüğe soktuğu Cartagena
Biyogüvenlik Protokolü uyarınca Türkiye’nin, Biyogüvenlik Yasası’nı çıkartmadan
Türkiye’ye GDO’lu ürün ithalatı yapmak yasal olarak mümkün değildir.
Türkiye’nin Ulusal ve Uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerini yerine getirmeden
genetiği değiştirilmiş organizmaları toprağımıza ve soframıza sokan AKP hükümeti
halkımızı zehirlemektedir.
Genetiği değiştirilmiş organizmalar konusunda, ülkemizin kabul ettiği ihtiyatlılık
ilkesi uyarınca, bu ürünlerin zararlı olmadığı ispat edilmedikçe Türkiye’ye sokulması
mümkün değildir. Bu nedenle, Türkiye’ye GDO’lu ürün sokan ve bunu göğüslerini gere
gere açıklayan yetkililer suç işlemektedir. Tüketici Hakları Derneği konuyu en kısa
zamanda yargıya intikal ettirecektir.
Türkiye genetik kaynakları zengin ve besin egemenliğini sağlayabilecek bir ülkedir.
Ülkemizi GDO’lu ürün ve tohum ithalatı ve üretimi yapan tekeller işgal etmiştir. Irak
halkına gen kaynaklarını yasaklayanlar, şimdi de Türkiye’nin gen kaynaklarını,
topraklarını, gıdasını ve yaşamını esir almaktadır.
Bu esaretin karşısında, sessiz kalan, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olanlar
dün olduğu gibi bugün de kendi kişisel ve şirket çıkarları peşinde koşanlardır. Bunlarla
işbirliği yapanları da tarihe havale etmeyeceğiz.
Biz tüketiciler bir an önce GDO’lu mısırların piyasadan toplatılmasını istiyoruz. Siz
toplatmazsanız biz toplatacağız. GDO’lu mısır getirdiğiniz gemilerinize binin ve bu
ülkeden defolun. Tarih sizi affetmeyecek biz de affetmeyeceğiz. Bu nedenle, bugünden
başlayarak Türkiye Cumhuriyeti savcılarının yaptığımız bu açıklamayı suç duyurusu
sayarak bu ithalatı gerçekleştirenler hakkında gerekli soruşturmayı başlatacağına
inanıyoruz. Bu konuda yüce yargıya elimizdeki bilgi ve belgeleri göndereceğiz.
AKP hükümetini bir kez daha uyarıyoruz! bir an önce GDO’lu ürün ithalatını durdurun,
yaptığınız suçtur. Günlerdir, kamuoyunda mazlum edebiyatıyla gündemi değiştirmeyi
çalışan hükümetiniz, ülkemizi açlığa ve sefalete mahkum ederken, GDO tüccarlarını
zengin etmenin derdine düşmüştür. Tüketici haklarını savunma ve geliştirme
sorumluluğu omuzlarında olan derneğimiz ve tüketici örgütleri sizden hesap soracaktır,
hem sokakta hem de sandıkta iki elimiz yakanızdadır.
TMO, GDO’LU MISIRLARI TOPLAMALIDIR
Toprak Mahsulleri Ofisi -TMO’nun Arjantinden ithal ettiği, Bandırma Limanına
indirilen 40 bin ton mısırın laboratuarlardan alınan ilk inceleme sonuçlarından GDO’lu
olduğu anlaşıldı. Bursa Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği (Doğa Der) konuyla ilgili basın
açıklaması yaparak ithalatın derhal durdurulmasını ve piyasaya dağıtılmış olanlarının
toplanmasını talep etti.
TMO derhal GDO’lu Hububat ithalatını durdurup, piyasaya dağıtılanları
toplamalıdır
TMO - Toprak Mahsulleri Ofisi, çeşitli firmalardan gelen talepler üzerine, Türkiye’ye
235.000 ton mısır ithal edeceğini ve Hububat ithalat ihalesi sonuçlarını 16 Mart 2007 de
15.000 ton ekmeklik buğday ve 235.000 ton mısır olacağını internet sitesinde duyurdu.
Tohumluk olarak gelmeyen ve çoğunlukla yem sanayicilerinin talebi doğrultusunda ithal
edilen mısırların 110.000 tonu Arjantin’den, 125.000 tonu AB, Ukrayna, Bulgaristan ve
Macaristan’dan gelecekti. Nitekim 40.000 tonluk ilk parti geçen ayın ortasında Bandırma
limanına indirildi.
Ülkemize GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) ürünlerin kontrolsüzce girişine,
gıda ve yem olarak kullanımlarına karşı çıkan derneğimiz basın açıklamaları ile
hükümetin ve kamuoyunun dikkatini çekti. Gelen Mısır üzerinde yaptırılan analizler
sonucunda, Laboratuarlardan alınan ilk incelemede, ithal edilen mısırların GDO’lu
oldukları anlaşıldı.
Bu konuda Tarım Bakanlığından herhangi bir açıklama gelmediği gibi yukarıda ithalatı
gerçekleştiren kurumun yetkilisi tarafından talihsiz beyanlarda bulunuldu.
Çok tartışılan mısır ithalatı konusunda TMO’nun yetki aldığını ve bunun limanlara
geldiğini belirten Genel Müdür Kemaloğlu, “Bunun yaklaşık 90 bin tonu da Bandırma
limanına geldi. Genetiği değiştirilmiş bir ürünün ülke içine girişini yasaklayan bir
mevzuat yoktur. Sadece gıda maddesi amacıyla kullanılıyorsa bu oran binde 7'yi
geçmemesi gerekir. Geçiyorsa da bu etiketlerde dikkate çekilmelidir. Bunun dışında bu
ürününün Türkiye’ye girdi veya girmedi anlamında bizim yapacak her hangi bir şeyimiz
yok. Sektör yıllardır aynı menşei ithalat yapmış ve yapmaktadır. Bu noktada TMO’nun
yaptığı şeyde farklı bir şey değildir.” (İlkhaber Gazetesi Haberi 2 Mayıs 2007)
dedi.
Oysaki Türkiye’nin taraf olduğu ve onaylayarak yürürlüğe soktuğu, Cartagena
Biyogüvenlik Protokolü uyarınca Türkiye, Biyogüvenlik Yasası’nı çıkartmadan Türkiye’ye
GDO’lu ürün ithalatı yapmak yasal olarak olanaksızdır. Türkiye’nin Ulusal ve Uluslararası
hukuktan doğan yükümlülüklerini yerine getirmeden genetiği değiştirilmiş organizmaları
toprağımıza ve soframıza sokan AKP Hükümeti, halkımızı zehirlemektedir. Genetiği
değiştirilmiş organizmalar konusunda, ülkemizin kabul ettiği ihtiyatilik prensibi uyarınca,
bu ürünlerin zararlı olmadığı kanıtlanmadıkça Türkiye’ye sokulması olanaksızdır.
Daha önce Cargill’in zulmüne uğramış bu toprakları bir kez daha zehirlemeye
çalışanları uyarıyoruz. Toprak ve tohum bizim geleceğimizdir. Geleceğimiz ellerimizden
alınmaz. Bandırma limanından Türkiye’ye giren GDO’lu mısırlar topraklarımızı,
yaşamlarımızı ve dünyamızı tehdit etmektedir. Bu tehdidi en kısa zamanda savuşturmak
gerekiyor. Bunun için her türlü yasal yola başvuracağız. Bandırma limanından yeni
GDO’lu mısırların ülkeye girişine izin vermeyeceğiz.
Ülkemizin biyolojik çeşitliliği ve gen kaynaklarını satmak isteyenlerin karşısında
bizler tohum ve toprağın yanındayız. Bu nedenle Hükümete sesleniyoruz: Bir an önce iç
piyasaya dağıtılan GDO’lu ürünleri toplatın ve bu yasaklanmış ürünleri çocuklarımıza
yedirmeyin.
..........................................................................
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ MISIR DA DAHİL,
ÜRETTİĞİMİZ ÜRÜNLERİN DIŞALIMINA HAYIR !..
1 Nisan 2007
Türkiye‘de hükümetler; bir süreden beri dış dinamiklere bağlı politikalar uyguluyor,
onların yaptırımıyla tarımda destekleri kısıyor, hasat döneminde ithalat yapılmasına izin
veriyor. Hükümetlerin bu yanlış politikaları nedeniyle üreticiler ürünlerini yok pahasına
elden çıkarmak zorunda kalıyor.
Türkiye‘de tarım oldukça sorunlu bir dönemden geçerken, yapılan kimi açıklamalarla,
tarım sektöründe yaşananlar kamuoyundan gizlenmeye ve hatta tam tersine bir başarı
öyküsü yaratılmaya çalışılmaktadır.
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, 24 Mart 2007 tarihinde İstanbul‘da düzenlenen
toplantıda yapmış olduğu açılış konuşmasında "mısır üretiminde 2002 yılında 2.1 milyon
ton olan üretim, 2005 yılında 4.2 milyon tona çıkarak % 100 bir artış kaydetmiştir",
"2002 yılında 19 buçuk milyon ton olan buğday üretimimiz 2005 yılında 21 buçuk milyon
tona ulaşmıştır" ifadelerini kullanmakta ve iktidarları döneminde tarım sektörünün
sürekli bir kalkınma çizgisi içinde olduğundan söz etmektedir.
Sayın Başbakan‘ın konuşmasında 2006 yılı rakamlarına değinmemesi ilginçtir. Aşağıda,
yaşanan tarım gerçeğine ilişkin düşüncelerimiz, DİE ve TÜİK rakamları eşliğinde
sunulmaktadır;
Türkiye‘de uygulanan yanlış tarım politikaları, tarım sektörünü Cumhuriyet tarihinin en
sorunlu dönemine soktu. Tarımsal çıktı (pamuk, buğday, narenciye, fındık, yaş meyve
sebze gibi) fiyatlarının reel olarak gerilediği bir süreçte, tarımsal girdi fiyatları sürekli
bir artış eğilimi göstermektedir. TÜFE artışının % 56 olduğu 2002 - 2006 döneminde
gübre fiyatları % 124, mazot % 125 oranında zamlanmıştır.
Bu tablonun doğal sonucu olarak, tarımsal üretim sürdürülebilir olmaktan çıkmakta,
kimi tarımsal ürünlerde üretim gerilerken, diğer tarımsal ürünlerde üretim artışı nüfus
artışının gerisinde kalmakta, tarımda kendine yeterlilik kırılmaktadır.
Bu kapsam içinde, 2000 - 2006 dönemi üretim rakamları karşılaştırıldığında, şeker
pancarı üretimi 18.8 milyon ton‘dan 14.5 milyon tona, tütün üretimi 200 bin tondan 117
bin tona, patates üretimi 5.4 milyon ton‘dan 4.3 milyon ton‘a, kırmızı et üretimi ise 491
bin ton‘dan 450 bin ton‘a gerilemiştir.
Mısır üretimi 2002 - 2005 döneminde artış gösterdikten sonra, 2006 yılında
düşmüştür. 2002 yılında 2.1 milyon ton olan üretim, 2003 - 2004 ve 2005 döneminde
sırasıyla 2.8, 3 ve 4.2 milyon tona yükselmiş, 2006 yılında ise 3.8 milyon tona
gerilemiştir.
Gerileyen mısır üretiminin doğal bir sonucu olarak, Toprak Mahsulleri Ofisi Genel
Müdürlüğü tarafından mısır ithalatı yapılmaktadır. Bu kapsamda, 2 Nisan - 21 Mayıs 2007
tarihleri arasında, 110 bin tonu Arjantin‘den olmak üzere, toplam 250 bin ton mısır ve
buğday Bandırma ve Derince limanlarına getirilecektir.
Türkiye‘nin kendi ekolojisinde yetişen mısır dışalımına kaynak aktarması yanında,
özellikle Arjantin‘den yapılan genetiği değiştirilmiş olma olasılığı çok yüksek olan mısır
dışalımı, halk sağlığını da tehdit etmektedir.
ABD‘den sonra dünyanın en büyük Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) üreticisi olan
Arjantin‘den gelecek mısırlar, Ulusal Biyogüvenlik Yasası‘nın çıkartıl(a)madığı ortamda
GDO testleri yeterli etkinlikte yapılmadan iç piyasaya sunulacak, işlenmiş ürünlerin
hammaddesi ve yem rasyonlarının katkı maddesi niteliğinde tüketici sofrasına
ulaşacaktır.
Avrupa Birliği‘nde, içeriğinde % 0.9‘dan fazla GDO bulunduran ürünlerin etiketlenmesi
zorunludur. Türkiye‘de ise, Ulusal Biyogüvenlik Yasası bilinçli olarak çıkartılmamakta,
GDO üretim cenneti Arjantin‘den GDO tüketim merkezi niteliğine dönüştürülmeye
çalışılan Türkiye‘ye mısır dışalımı yapılmaktadır.
Hububat alanında yapılan açıklamalar da, düzeltilmeye muhtaçtır. Türkiye‘nin
ekilebilir alanlarının % 70‘ini kaplayan hububat ürünlerinde, ülkeye düşen yıllık yağış
miktarına göre üretim değişmektedir. Bu kapsamda buğday üretimi 2002 yılında 19.5
milyon ton iken, 2003 - 2005 yıllarında üretim sırasıyla 19, 21 ve 21.5 milyon ton olmuş,
2006 yılında ise 20 milyon ton olarak gerçekleşmiştir. 2007 yılında yaşanan kuraklığın
etkisiyle, buğday üretiminin 18 milyon tona doğru gerilemesi beklenmektedir.
Yukarıda sunulan tablonun doğal bir sonucu olarak, uygulanan yüksek gümrük
vergilerine karşın yılda ortalama 6.5 milyar dolar tutarında tarım ürünü dışalımı
yapılmaktadır. Bu kapsamda Türkiye‘nin en önemli ürünü olan "hububat ve ürünleri"
dışalımına ödenen para, 2000 - 2006 döneminde sırasıyla 408, 193, 392, 722, 558, 226 ve
212 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.
Aşağıda adı bulunan kurumlar olarak, yukarıda sunulan rakamları kamuoyu ile
paylaşmayı, yanlış bilgilendirme süreçlerini önlemeyi görev biliyoruz.
Türkiye, günü kurtarmaya yönelik yanlış yaklaşımlar ve gerçeği örtmeye yönelik
siyasi açıklamalar yerine, doğru ve kalıcı politikalarla tarımını yeniden yapılandırmak,
üretici temelli, doğayla ve tüketiciyle dost, dönüştürücü bir tarım yapısını hedeflemek
durumundadır.
Bunun yanında, GDO‘lu mısır dışalımının ülke tarım yapısına ve halk sağlığına olan
yıkıcı etkileri, bizler tarafından titizlikle izlenecek ve elde edilen sonuçlar kamuoyu ile
paylaşılacaktır.
Bizler aşağıda adı bulunan kuruluşlar olarak hükümete soruyoruz:
•- Başbakanımızın açıkladığı gibi buğday ihraç eden ve mısırda kendimize yeterli
bir ülke haline gelebildiysek neden buğday ithal ediyoruz?
•- Arjantin‘den gelen mısırlar ülkemize girmeden önce analize tabi tutulacak
mı?
•- Mısırların GDO‘lu olması halinde hükümet olarak tavrınız ne
olacaktır?
•- Analiz sonuçlarını kamuoyu ile paylaşacak mısınız?
Bu soruların yanıtını beklediğimizi ve konunun takipçisi olacağımızı kamuoyuna saygı
ile duyuruyoruz.
TMMOB Tarım Orkam-Sen Çiftçi
Sendikaları
Ziraat Mühendisleri Odası Genel Başkanı Konf. Platformu
II. Başkanı Sezai KAYA Genel Sözcüsü
Dr. Turhan TUNCER Abdullah AYSU
.......................................................
'Genetiği değiştirilmiş ürünlere etiket'
05/02/2007
Çevre örgütü Greenpeace, genetiği değiştirilmiş bitkilerle beslenen hayvanlardan
elde edilen süt, et ve yumurta gibi ürünlere bilgilendirici etiket zorunluluğu getirilmesi
için topladığı 1 milyondan fazla imzayı AB Komisyonu'na sundu.
Greenpeace Avrupa'nın genetik ürünler sorumlusu Marco Contiero, 21 üye ülkede
düzenlenen imza kampanyasıyla AB'nin genetiği değiştirilmiş organizmaların arka
kapılardan Avrupa'ya sokularak tabaklara girmesinin engellemesini hedeflediklerini
anlattı.
Contiero, yasal önlemler alınmaması halinde halkın genetiği değiştirilmiş gıdalarla
beslenmekten başka seçeneği kalmayacağını söyledi.
Hayvanların beslenmesinde kullanılan mısır ve soya fasulyesinin AB'ye ithal edilen
ekinlerin yüzde 90'ını oluşturduğunu anlatan Contiero, bunların önemli bir kısmının
genetiğiyle oynandığını ve hayvanların beslenmesinde bu tür ürünlerin yüzde 30 pay
aldığını ifade etti.
AB Komisyonu'nun sağlıktan sorumlu üyesi Markus Kyprianou ise daha önce üye
ülkelerin genetiği değiştirilmiş bitkilerle beslenen hayvanlardan elde edilen ürünlerin
etiketlenmesine gerek olmadığı konusunda uzlaşma sağladığını hatırlatarak, "Şimdi bazı
Avrupa vatandaşlarının bu konudaki güçlü taleplerini aldık. Elbette buna yeniden
bakacağız" dedi.
CNN TÜRK
.......................................................
Yargı, Genetiği Değiştirilmiş Mahsullerin Yasa Dışı Olduğunu Deklare Etti (Öncü
MARACI)
Pazartesi, 14 Mayıs 2007
FEDERAL MAHKEME GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ TOHUMLARIN YETİŞTİRİLMESİNİ
DURDURACAK DÜZENLEMEYİ YAPTI
Yargı, Monsanto’dan genetiği değiştirilmiş Yonca’nın çevresel etkilerine ilişkin
kapsamlı bir rapor istedi. 4 Mayısta gerçekleşen mahkemede federal hâkim Birleşik
Devletler Tarım Departmanı’nın (USDA) 2004 yılında Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş
"Roundup Ready" yonca ürününü onaylamasının yasa dışı olduğu hükmüne vardı.
Mahkeme, bundan sonra USDA’nın Genetiği değiştirilmiş tohumların çevresel etkilerine
ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yapılmaksızın, genetiği değiştirilmiş ürünleri
yasaklamasını istedi.
Kararda, Kaliforniya Kuzey Bölgesi Hâkimi Charles Breyer, Gıda Güvenliği
Merkezi’nin GM ürünlerin çevreye zarar verebileceğini ve doğal yoncayı kontamine
edebileceği iddiasıyla USDA’ya karşı açtığı davada ilk kararını tasdik etti. Bu hüküm,
Foraga Genetics’in Roundup Ready yonca ekili tüm parselleri 30 gün içinde USDA’ya
bildirmesini de gerektirmektedir. Ayrıca, karar organik ve konvansiyonel yonca
üreticilerinin kendi ürünlerinde kontaminasyon olup olmadığını test edebilmeleri için
USDA’nın bu bölgelerin mümkün olduğunca kamuya duyurulmasını hükmetmektedir.
CSF’nin kıdemli avukatı Will Rostov "Risk içeren bu tohumların üretilmesinin kalıcı
olarak yasaklanması, doğa için büyük bir zaferdir. Roundup Ready yonca çiftçilere,
ihracat piyasamıza ve çevreye yönelik tehditler içermektedir. USDA’nın yasaya
uymamasını ve Amerika’lı çiftçileri genetik kontaminasyondan korumasını bekliyoruz ”
dedi.
Yargıç Judge Breyer'ın bu kararı, 13 Şubatta USDA’nın Roudup Ready yoncanın
konvansiyonel ve organik yoncayı kontamine edebileceği endişesini ortaya koymakta
yetersiz kaldığı yönündeki kararıyla uyumludur. Bu oturumda kalıcı bir engelleme için
Yargıç Breyer GM çeşitten doğal ve organik yoncaya gen kaçışının gerçekleştiğinin ve
böylesi bir kontaminasyonun geri döndürülemez çevresel hasara yol açacağının altını
çizdi.
CFS’nin yetkili müdürü Andrew Kimbrell "Bu kanun, ülkenin dört bir yanındaki
organik ve konvansiyonel üretim yapan çiftçiler için iyi haber. Bu tohum, ürünleri ve
geçimlerini ciddi şekilde tehdit etmekteydi. Bu kanun, biyoteknolojik tohumların
düzenlenmesinde bir dönüm noktasıdır” şeklinde konuştu.
Yargıç Breyer’ın bu kalıcı ihtiyadi tedbiri, geçen ayki USDA’nın GM yoncayı kapsamlı
çevresel etki değerlendirmesi olmaksızın onaylayarak ulusal çevre kanununu çiğnediği
yönündeki kararıyla uyumludur. GM yonca tohumu üreticisi olan Monsanto ve Forage
Genetics, Yargıç Breyer’ı şirket çıkarlarının gıda güvenliğine yönelik kamusal
çıkarlardan, doğal ürünleri yetiştirme özgürlüğüne ve çevrenin korunmasından daha
önemli olduğuna ikna etmeyi başaramadılar. Aslında, Yargıç Breyer, Monsanto’nun
satışının düşme korkusunun, olası geri döndürülemez çevre hasarlarından önemli
olmadığını özellikle vurguladı.
Organik gıdanın ve konvansiyonel ihracat piyasasının tehlikede olması nedeniyle
çiftçiler duruşmaları büyük bir dikkatle izlemekteydiler. Organik yonca tohumu üreticisi
Blaine Schmaltz, kararın üreticileri belirsizlikten kurtardığını belirterek “Yargıç’ın
Roundup Ready yoncaların üretildiği alanların kamuya bildirilmesi yönündeki hükmü,
kararın kritik kısmıdır ve benim gibi GDOsuz ve organik üreticilerin ekim-dikim kararında
etkili olacaktır ” şeklinde konuştu.
Yargıç Breyer, USDA’nın GM yoncanın ticari olarak yetiştirilmesine müteakip ortaya
çıkabilecek Roundup’a dirençli “süper yabani otlarla” ilgili sorunları ortaya koyamadığı
hükmüne vardı. Yargıç, kurumun riskleri değerlendirmeyi reddettiği yorumunu yaparak
”sonuçta mahkeme davalıların Roundup Ready yonca üretiminin daha az toksik herbisit
kullanımına olanak tanıdığı için bu piyasanın genişlemesine izin vermenin kamunun
çıkarlarına uygun olduğu yönündeki iddialarını reddetmiştir. Tutanakta, organik ve pek
çok konvansiyonel yoncanın herhangi bir herbisit kullanmaksızın yetiştirildiği
belirtilmiştir. Her halükarda, APHIS’in Roundup'a dirençli yabani ot gelişme potansiyelini
değerlendirmekteki başarısızlığı düşünülürse, Roundoup kullanımındaki artışın kamu
yararına olduğu yönünde herhangi bir bulgu yoktur”
Coon Vadisi’nde sertifikalı organik hayvan yetiştiriciliği yapan Jim Munsch "Bu
kanun, çiftçilerin hayvanlarını beslemek amacıyla genetik modifikasyon içermeyen
yonca tohumu yetiştirerek organik et ve süt üretmelerine imkân tanımakta ve
ürünlerinin organik bütünlüğünü korumaktadır” dedi. "Bu emsal teşkil edecek bir
sonuçtur. Mahkeme ilk kez USDA’ya müdahale ederek uygun çevresel değerlendirmenin
yapılmasını ve büyük şirketler karşısında aile tarımcılığı yapan çiftçilerin geçimlerinin
göz önünde tutulmasını sağlamıştır” şeklinde konuştu.
Gıda Güvenlik Merkezi, kendini geçtiğimiz günlerde sonuçlanan yasal süresi 2006
yılının şubat ayında başlatmıştı. Diğer davacılar: Western Organization of Resource
Councils (Batı Kaynak Organizasyon Konseyi), National Family Farm Coalition (Ulusal
Aile Çiftçiliği Koalisyonu), Sierra Club (Sierra Kulübü), Beyond Pesticides, Cornucopia
Institute (Cornucopia Enstitüsü), Dakota Resource Council (Dakota Kaynak Merkezi),
Trask Family Seeds (trask aile tohumları), and Geertson Seed Farms (Geertson Tohum
Çiftlikleri).
Organik gıda tüketicisi ve Dakota Kaynakları Konseyi’nin son başkanı Dean Hulse
"Organik gıda tüketicisi olarak Birleşik Devletler Bölge Mahkemesi yargıcının USDA’nın
oynadığı düzenleyici rolün, kurumun kendisi tarafından bile unutulmuş olduğunu
anlaması beni rahatlattı. Yargıç Breyer2ın bu kararı USDA’yı işini yapmaya yani Roundup
Ready yonca’nın çevreye etkileri üzerine gerekli araştırmaları yapmaya zorlamaktadır.
Yargıç Breyer'ın emsal teşkil edecek kararının özelde USDA’daki, genelde federal
yasama organlarındaki değerlerin yeniden canlanmasını sağlayacağı yönünde
umutluyum” dedi.
Beyond Pestisit’in Yöneticisi Jay Feldman "Nirengi noktası olan bu karar, çiftçilerin
yabani ot öldürücülere bağımlılığını arttıran, çiftçilere, tüketicilere ve çevreye zarar
veren problemler arsında olan genetiği değiştirilmiş ürünleri kısıtlayacaktır” dedi.
Genetik Mühendisliğine karşı Çiftçiden çiftçiye Kampanyası Ulusal Sorumlusu Bill
Wenzel: "Bu aile çiftçileri, hayvan yetiştiricileri ve süt üreticileri için büyük bir zaferdir.
USDA’daki bürokratların görmüş olması gereken şeyin –yani genetiği değiştirilmiş
yoncanın ticarileştirilmesinin Monsanto’dan başka kimsenin çıkarına olmayacağı-
anlaşılmasının bu kadar uzun ve masraflı dava sürecinden sonra anlaşılmış olması büyük
talihsizliktir” şeklinde konuştu.
Cornucopia Enstitüsü Gıda Güvenlik Merkezi (CSF),
5 MAYIS 2007 http://www.progress.org/2007/gene115.htm
Daha fazla bilgi için:
http://www.centerforfoodsafety.org
http://www.cornucopia.org
Çeviren: N. Öncü Maracı
………………………………………………………………………………………………………………………………
………………….
ŞOK İDDİA... YEDİĞİNİZ DOMATESLERDE DOMUZ GENİ OLABİLİR!
Biyolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak, belirli özellikleri
değiştirilen bitki, hayvan ya da mikro organizmalar üretiliyor. Bu kapsamda domuza ait
gen domatese, bakteri veya virüse ait gen de bitkiye aktarılabiliyor.
09 Mayıs 2005 Pazartesi 12:26
Avrupa Birliği ve uluslararası sözleşmelerin arkasına sığınan çokuluslu şirketler,
genetiği değiştirilmiş gıdalar ile halk sağlığını tehdit ediyor.
GDO nedir?
Genetiği değiştirilmiş organizmalar, kısa adıyla GDO’lar, bir canlının gen diziliminin
değiştirilmesi ya da kendi doğasında bulunmayan bir karakter kazandırılarak farklı bir
yapıya dönüştürülmesi anlamına geliyor.
Sağlık elden gidiyor
Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın, kısaca GDO olarak adlandırılan
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar yoluyla ülkelerin silahsız olarak işgal edildiğini
belirtti ve, “Verimlilik, bolluk var gibi görünüyor, ama gerçekte insan sağlığı elden
gidiyor, türler ve tatlar kayboluyor” dedi
Biyolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak, belirli özellikleri
değiştirilen bitki, hayvan ya da mikro organizmalar üretiliyor. Bu kapsamda domuza ait
gen domatese, bakteri veya virüse ait gen de bitkiye aktarılabiliyor. Sonuçta, doğal
ürünlerin genetik yapısının değiştirilmesi ile geri dönülmez felaketlerin kapısı aralanıyor.
Alerji ve toksin birikimi...
GDO’lu ürünler konusunda halkı uyaran Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Günaydın,
“Bu ürünler insan ve hayvan sağlığı açısından çeşitli risk ve tehditler doğuruyor. Bu
tehditler, yatay gen transferi, alerjiler, antibiyotiklere direnç, toksin birikimi ve
metabolizma değişiklikleri olarak sayılabilir. İnek sütü, yumurta, balık, kabuklu deniz
ürünleri, soya, fıstık ve buğdayda alerji saptanıyor” şeklinde konuştu.
Yıllardır, özellikle İsrail tarafından yürütülen çalışmalarla insanlığın tehdit edildiği ortaya
çıktı. Bazı türlerin genlerini başka türlere aktararak yeni ürünler elde edilirken,
öteyandan doğanın yapısı bozuluyor. Doğal ürünlerin özelliklerini yitirmesi veya
kaybolması nedeniyle de insanlık, bilinmedik hastalıkların pençesine düşüyor.
Kısaca GDO olarak adlandırılan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar, halk sağlığı
konusunda en büyük tehditlerden birisi. Avrupa Birliği (AB) uyum yasaları ve uluslar
arası sözleşmeler gereği, serbestçe hareket etme imkanı bulan şirketler Türk halkını
sağlıksız yiyeceklerle tehdit ediyor. Tarım Bakanlığı bu konuda bir takım önlemler
almaya çalışıyor. Ancak, çok uluslu şirketler bu ürünlerin zararlı olmadığını ileri sürerek,
reklamlar yoluyla halkı yanıltıyor.
İşgal yöntemi
Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın, “Bir ülkenin işgal edilmesinde
kullanılan yöntemlerden biri GDO’lu ürünlerdir. Burada taşınan demokrasi değil,
verimlilik, bolluk ve refah oluyor. Ama halkın sağlığı, ağzının tadı gidiyor.” diyor. Tüm
Avrupa’da 13 bin civarında olan bitki çeşidinin 11 bininin Türkiye’de bulunduğunun altını
çizen Günaydın, “Kontrollü alanlar dışında GDO’lu ürünleri soktuğunuzda genetik çeşitler
kayboluyor, yerel türler bunlarla rekabet edemediğinden hızla yok oluyor” diyerek
tehlikenin büyüklüğüne işaret ediyor.
Domuz geni
Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın, genetiği bozulmuş ürünlerin
tehlikelerine dikkat çekerek, “Biyolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen
aktarılarak, belirli özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikro organizmalara
‘transgenetik’ ya da genetiği değiştirilmiş organizma deniyor. Bu kapsamda domuza ait
gen, domatese, bakteri veya virüse ait gen de bitkiye aktarılabiliyor” diyor.
Genetiği değiştirilmiş organizmaların verdiği zarar tam olarak saptanamasa da, doğal
ürünlerin genetik yapısının değiştirilmesinin geri dönülmez felaketlere yol açabileceğine
işaret ediliyor.
Transgenetik ekim
GDO’lu ürünlerin 1996 yılından bu yana yaygın olarak üretilmeye başlandığına dikkat
çeken Günaydın, “Bugün tüm dünyada Türkiye’nin yüzölçümüne yakın bir alanda
transgenetik ekim yapılıyor. Ekim alanlarının yüzde 99’u ABD, Arjantin, Kanada, Çin ve
Brezilya’da. Bu ürünler insan ve hayvan sağlığı açısından çeşitli risk ve tehditler
doğuruyor. Bu tehditler, yatay gen transferi, alerjiler, antibiyotiklere direnç, toksin
birikimi ve metabolizma değişiklikleri olarak sayılabilir. İnek sütü, yumurta, balık,
kabuklu deniz ürünleri, soya, fıstık ve buğdayda alerji saptanıyor. Mesela, GDO’lu bir
patatesin mide çeperi üzerinde uyarıcı bir etkisi saptanmıştır.” diyerek GDO’lu ürünlere
karşı halkı uyarıyor.
Türkiye’de son hazırlanan tasarı ile bu tür ürünleri yasaklamak yerine serbesti
getiriyor. Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın, bu tür ürünlerin ülkeye
girmesinin yasaklanması gerektiğine dikkat çekiyor.
Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Tarla Bitkileri Araştırma Daire Başkanı Vehbi
Eser de risklerin minimize edilmesi için hayvandan bitkiye, bakteriden bitkiye gen
transferine karşı olduklarını açıklıyor. Bu alanda Türkiye’de de üretim yapılması için,
çalışmalar yapıldığının altını çizen Eser, “Bize yapılan müracaatlar var. Ancak biz bu
ürünlerin üretimine her türlü laboratuvar testlerini yaparak izin vereceğiz” diyerek
konunun ciddiyetini vurguluyor.
Yaradılışa müdahale, insanlığa da zarar!
Domatesler, salatalıklar, soğanlar ve patateslerin artık sadece şekli benziyor
gerçeğine. Yediğimiz pek çok yiyeceği, özellikle sebze ve meyveleri olması gerekenden
daha önce olgunlaştırılan ve göze alımlı görünmelelerini sağlayarak tüketimi
heveslendiren bir uygulama olan hormon kullanımı, çoğu bilim adamının sert tepkisini
çekerken Dinimize göre de “Yaradılışa müdahale” şeklinde değerlendiriliyor. Türkiye ve
Dünya’nın önemli sorunlarından biri olan hormonlu yiyecekler, TV dünyasının ünlü spor
yorumcusu Erman Toroğlu ile Türkiye’de tekrar gündeme geldiğinde şu sözleri
insanlarımızı etkilemişti: “Ben kışın sebze yemem arkadaş. Antalya’da 11 cm olarak
kamyona yüklenen salatalık, Ankara’ya gelene kadar 13 santim oluyor. Hormonlu ürünler
insanın dengesini bozar.”
Sayılarla GDO’lu ürünler
70 milyar dolarlık pazara hitap ediyor. Ürünler dünyada 68 milyon hektarlık alanda
yetiştiriliyor. Türkiye’ de kullanımı 1990’da başladı. Türkiye, son 10 yılda hormonlu
ürünlerin ithalatına 4 milyar dolardan fazla para ödedi. Türkiye’de 11 bin bitki türü var.
Bunların 3 bin 700’ü sadece ülkemizde yetişiyor. GDO ekimleri, bu türlerin yok olmasını
beraberinde getirecek.
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı Turhan Çakar:
Türk halkı kobay olarak kullanılıyor
Genetiği değiştirilmiş gıdaların tehlikelerine dikkat çekmek için yıllardır mücadele
veren Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı Turhan Çakar, GDO tohumlardan elde
edilen ürünlerin girip girmeyeceği konusunda yasal boşluk bulunduğunu belirterek, ''
Hükümetler ve Tarım Bakanlığı, bile bile 10 yıldan bu yana Türk halkını kobay durumuna
düşürdüler. 4 milyar dolar verdiğimiz bu ürünler, Türkiye'de 900 çeşit ürüne katılarak
bize yediriliyor. Bu bir mantıksızlıktır, ahlaksızlıktır ve vatan hainliğidir'' dedi.
Bu konudaki çalışmalarını gazetemize değerlendiren Turhan Çakar, dünyada gen
teknolojisi 1990 yıllardan itibaren gelişmeye başladığını belirterek, gen teknolojisiyle
üretilen ürünlerin ise 1995 yılından itibaren piyasaya sunulduğunu kaydetti. Gen
teknolojisinin ortaya çıkışında bilim adamlarının ileri sürdüğü gerekçeleri de anlatan
Çakar, '' Birincisi tarımsal ürünlere zarar veren böcekleri öldürmek veya zarar veremez
hale getirmek. İkincisi, ürünün dayanıklılığı artırmak. Üçüncüsü, verimi artırmak'' dedi.
Mısıra, soya fasülyesine, patatese, domatese zarar veren böceği öldürmek amacıyla
onu zehirleyecek bir bakterinin veya virüsün geninin alınarak bitkiye aktarıldığını
söyleyen Çakar, daha sonra o ürünün ekildiğini, bitkinin verdiği ürünün yaprağına,
tanesine ve gövdesine yaklaşan böceklerin bu nedenle de öldüğünü vurguladı.
Sağlığımız için çok riskli
Bilim adamlarına göre ise sözkonusu sebze ve meyveleri yiyen insanlar için büyük
risk oluşturduğunu söyleyen Çakar, '' Bu işlenmiş ürünleri ise biz tüketiyoruz. İnsanlar
yediğinde, allerji etkisi yapabiliyor. Yani alerji riski var. Bilim adamları, allerji bir kişiye
kaşıntı yaparken başka bir kişiyi öldürebilir diyor. Kişiden kişiye değişebiliyor'' diye
konşutu.
GDO'lardaki sağlıklıkla ilgili ikinci riskin toksik etkisi olduğunu söyleyen Çakar, '' Bu ne
demek? Zehirlenme riski demektir. Bilim adamları başka birçok tehlikeye de dikkat
çekiyor. İnsanların bağışıklık sistemini bozma tehlikesi var. Ayrıca, vücudun bağışıklık
sistemini bozup kendi kendine saldırmasına neden olabiliyor. Bir başka tehlike ise, ilaca
karşı direnci artırıyor. İlacın etkinliğini azaltıyor. Ve birçok başka riskler var''
dedi.
Bilim adamlarının bunun bilinmeyen yönlerinin çok daha riskli olduğuna işaret
ettiklerini belirten Çakar, '' İleride nasıl bir tehlike ile karşı karşıya kalacağımızı
bilmiyoruz. Yüzyıllardır insanoğlunun, deneye deneye, yanıla yanıla ürettiği bir takım
şeyler var. Doğal yöntemlerle ürettiği tarımsal ürünler bulunuyor. Bunlar zararsız ve
hangi koşullarda zararlı olacağını biliyoruz. Ona göre tüketiyoruz. Yani bir domatesi,
patatesi, soyayı klasik yöntemlerle üretip, tüketebiliyoruz. Ama birdenbire bunu yararlı
olan, riski olmayan tarımsal ürünleri birdenbire gen aktarımı yaparak riskli hale
getiriliyor'' dedi.
4 Milyar dolar harcadık
Türkiye'nin ürün çeşitliliği bakımından çok zengin bir ülke olduğunu vurgulayan
Çakar, 11 bin çeşit bitki türü bulunduğunu kaydetti. GDO'lu ürünlerin 1996 yılından beri
Türkiye'ye girdiğine işaret eden Çakar, '' O tarihten bugüne kadar 4 milyar dolarlık,
işlenmiş ve işlenmemiş mısır, soya, soya küspesi, mısır yağı, soya yağı ithal edildi'' dedi.
GDO'lu ürünlerin Türkiye'de piyasadaki 900 çeşit gıdada kullanıldığına işaret eden
Turhan Çakar, '' Mısır'dan tatlandırıcı elde ediliyor. Tatlandırıcı kotası Türkiye'de yüzde
15'e çıkarıldı. Yani şeker yerine tatlandırıcı kullandırılıyor. Bunlar coladan tutun,
baklavaya kadar heryerde kullanılıyor. Et suyu, bebek maması, meyvesuyu, pasta, hazır
çorba gibi hemen hemen birçok üründe yeralıyor. Soya ve mısır, 900 çeşit üründe
kullanılıyor. Bu konuda bir tezgah yapılıyor'' diye konuştu.
(İslam Arslan-Mustafa Canbey-Ebubekir Gülüm-MİLLİ GAZETE)
..............................................................................
ATO VE TZD'DEN "SOFRADAKİ SOS" RAPORU.
Tarih: 19.03.2005 Saat: 15:25
Konu: Görüş
A
NKARA TİCARET ODASI ''HİLELİ GIDALAR''IN ARDINDAN HORMONLU GIDALAR,
TARIM İLAÇLARI, KATKI MADDELERİ, ANTİBİYOTİKLER, GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ
GIDALAR VE KİMYASAL GÜBRELERİ TARTIŞMAYA AÇTI.
Ankara Ticaret Odası (ATO) ''hileli gıdalar''ın ardından hormonlu gıdalar, tarım
ilaçları, katkı maddeleri, antibiyotikler, genetiği değiştirilmiş gıdalar ve kimyasal
gübreleri tartışmaya açtı. ATO'nun ve Türkiye Ziraatçılar Derneği'nin (TZD) hazırladığı
''Sofradaki SOS'' raporuna göre, hormon, tarım ilacı, antibiyotik, katkı maddesi ve
kimyasal gübreler ölçülü kullanılmaz ve denetimi iyi yapılmazsa insan sağlığını tehdit
ediyor, hastalıklara, sakatlıklara, erken ölümlere davetiye çıkarıyor. Rapora göre,
Türkiye'de 27 bin gıda sanayi işletmesinin 10 bini denetlenemiyor. Çünkü bunlardan
sadece 17 bini Tarım Bakanlığı'nın gıda siciline kayıtlı. Yaklaşık 400 bin gıda satış ve
toplu tüketim yeri olduğu dikkate alındığında insan sağlığının ne denli bir tehdit altında
olduğu ortada.
-HORMONLU KAZANÇ UĞRUNA-
Gıdalarda hormon kullanımı, halk arasında en çok tartışılan konuların başında
geliyor. Rapora göre, Türkiye'de ''domates, patlıcan, patates, kabak, üzüm,elma, kavun,
buğday, arpa, yulaf, çavdar ve çeltik''te hormon kullanılıyor. Hormon kullanımı ile ilgili
pek çok rapor, iddiaların aksine salatalık ve çilekte hormon kullanılmadığını söylüyor.
Raporlara göre, piliçte de hormon kullanılmıyor. Tıp çevrelerindeki yaygın görüşe göre,
hormonlu bitki ve etler, sürekli tüketildiğinde vücuttaki hormon dengesini bozuyor.
Vücudun bağışıklık sisteminin bozulması, şişme ve yağlanma, hücrelerin zayıflayarak
kanser hastalıklarına davetiye çıkarması gibi kanıtlanmamış ancak ciddi şüphelere yol
açan sonuçlar bulunuyor.
Rapora göre, domates çekirdeksiz ve içi vıcık vıcıksa, patlıcan içi süngerimsi ve
çekirdeksizse, kabak çekirdeksizse, biber aşırı büyük ve etliyse, çekirdek evi boş, etli
kısmı sertse, patates şekilsiz ve patates yumruları yapışıksa, içinde kararmalar varsa,
karpuz çekirdek yerleri boşsa hormonlu olduğu anlamına geliyor.
ATO ve TZD tarafından hazırlanan raporda, 15 Ekim-10 Kasım ve 10 Nisan-5 Mayıs
tarihleri arasında domates, 15 Kasım-15 Mayıs tarihleri arasında patlıcan ve 1 Kasım-15
Mayıs tarihleri arasında kabak yenmemesi öneriliyor.
-TARIM İLAÇLARI-
Rapora göre, kanser vakalarının artışında, ''pestisitler'' adı verilen ''tarım ilaçları''nın
''aşırı'', ''zamansız'' ve ''uygunsuz'' kullanımının da büyük payı var. Türkiye'de tarım
ilaçlarının ciddi bir sorun oluşturduğu, yaş sebze ve meyve ihracatında yaşanan sıkıntılar
sayesinde su yüzüne çıktı.
İlaç kalıntısı nedeniyle yurtdışına ihraç edilemeyen yaş sebze ve meyvenin imha
edilmeyip iç piyasaya sürüldüğü iddiaları endişeleri artırdı. Türkiye'de zirai mücadelede
1250 çeşit ilaç kullanılıyor. Araştırmalara göre, gerek piyasada satılan et ve süt
ürünlerinde, gerekse anne sütünde tarım ilacı kalıntısına rastlanıyor. Özellikle Çukurova
gibi yoğun tarım ilacı kullanılan bölgelerde, anne sütünde dikkat çekici oranlarda ilaç
kalıntısı görülüyor.
Tarım Bakanlığı verileri, özellikle yer fıstığı, incir, fındık ve antep fıstığında ''alfatoksin'',
biberde ''kükürtdioksit'', üzümde ''parafin'', greyfurt ve biberde ''pestisit'', zeytinyağında
da bazı ''hidrokarbon'' kalıntılarına rastlandığını ortaya koyuyor. Hasat zamanından
belirli bir süre önce kullanımı durdurulmayan tarım ilaçlarının etkisi, yıkamayla yok
olmuyor. Bilinçsiz kullanılan tarım ilaçları, saç dökülmesinden kansere kadar pek çok
sağlık sorununa kapı aralıyor. Sadece insan sağlığına değil toprağa, suya ve diğer
canlılara da zarar veriyor. Tarım ilaçlarının gelişigüzel değil reçeteyle satılması
öneriliyor.
-SORUN UYGULAMADA-
Bu tehlike bilinmesine karşın, dünyada her yıl 2.5 milyon ton tarımsal mücadele ilacı
kullanılıyor. ABD'de yılda 293 bin, İtalya'da 43 bin, Fransa'da 41 bin, İngiltere'de 30 bin,
Almanya'da 25 bin, Yunanistan'da 32 bin ton, Türkiye'de 13 bin ton ''zirai mücadele ilacı''
toprağa ya da bitkiye uygulanıyor. Sorun uygulamada ortaya çıkıyor. Sebze ve
meyvelerde hasadın yaklaştığı dönemlerde kalıntı süresi kısa olan ilaçlar kullanmak
gerekiyor. Rapora göre, Tarım Bakanlığı çiftçilerin bilgilendirilmesi konusunda etkisiz
kaldığı için ilaç firmaları ve bayileri gereksiz ve yanlış ilaç kullanımını pompalayarak
bilinçsiz çiftçiyi ticari açıdan sömürüyor.
-KATKI MADDELERİ VE ANTİBİYOTİKLER-
15 bin çeşidi aşkın katkı maddesi bulunuyor. Asesülfam K, Kafein, Aspartam,
Antioksidan, Olestra, yapay renk maddeleri, Nitrit ve Nitratlar, yüzlerce ürüne uygulanan
katkı maddelerinin başında yer alıyor.
Hazır gıdalardan dondurmalara, çikolatadan gofrete, dondurulmuş ürünlerden konserve
balıklara kadar binlerce gıdaya katkı maddesi konuluyor. Katkı maddelerinin yanlış
kullanımı ve zararsız limitlerin üzerine çıkılması, kalp hastalıklarından kansere, cilt
hastalıklarından sindirim bozukluklarına kadar tüyleri diken diken eden hastalıkların
yanısıra, uykusuzluk, kaşıntı, mide bulantısı, sinirlilik ve alerjiye yol açabiliyor.
Hayvanlarda antibiyotiklerin kontrolsüz kullanılması da tıpkı tarım ilaçları gibi zararlara
neden oluyor. İlaç olmaları nedeniyle insan üzerindeki etkileri fazla. Antibiyotik daha çok
kanatlı ve büyükbaş hayvanların yemine katılıyor. İlaç hayvanı hastalıklardan koruyor ya
da hasta hayvanları iyileştiriyor. Antibiyotikler, kullanıldığı canlının vücudunda uygun bir
dozda kullanılmadığında dışarı atılamıyor ve tüketim sırasında doğrudan insana geçiyor.
Bunun için hayvanların kesiminden belli bir süre önce antibiyotik kullanımına son
verilmesi, örneğin piliçlerde antibiyotik kullanımının kesimden bir hafta önce
sonlandırılması gerekiyor. Antibiyotikler insan üzerinde iki önemli etki bırakıyor.
Birincisialerjik etkiler.
Diğer önemli etki ise, hayvansal ürünler yoluyla sürekli antibiyotik alan bir insanın, bir
hastalık halinde antibiyotikkullanması gerektiğinde antibiyotiğin bir işe yaramaması.
-GÜBRE KULLANIMI-
Türkiye'de gübre kullanımı da son derece kontrolsüz yapılıyor. Bu da toprakta ve
bitkide birikmeye, toprağın özelliğini ve rejimini yitirmesine sebep oluyor. Gübrelerin
olumsuz etkilerinden korunmak sadece yıkama ve mekanik yollarla mümkün. Kesin
çözüm ise, organik gübrelerin klasik gübre ile karıştırılarak ya da mümkünse sadece
organik gübre kullanılması. Bir başka öneri ise gübrenin tıpkı ilaç gibi reçeteyle
satılması. Böylece hangi toprağa ve ürüne ne tür ve ne miktarda gübre kullanılacağı
tarım il müdürlükleri kanalıyla saptanabilecek.
-FRANKEŞTAYN GIDALAR-
İnsan sağlığını tehdit eden bir diğer sorun da Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar
(GDO). Raporda, ''genleriyle oynanmış tohumların Türkiye'ye girmesi yasaklandı ancak
hayvan yemi olarak ülkemize ithal edildiği biliniyor'' deniliyor. Tüketici Hakları Derneği
de farklı ortamlardan aldığı 20 numuneyi İsviçre'deki laboratuvarlarda kontrol ettirdiğini,
mısırdan soyaya pekçok ürünün genleriyle oynandığını tespit ettirdiklerini iddia ediyor.
Tüketici Dernekleri Federasyonu da ''Mısır ve soya yağı, glikoz şurubu içeren gıdalar
almayın'' uyarısı yaptı. 100'e yakın üretici ve tüketici örgütünü bünyesinde bulunduran
''GDO'ya Hayır Platformu'' Türkiye'ye 1996 yılından bu yana kontrolsüzGDO'lu ürünler
girdiğini, tüketicilerin bu ürünleri bilmeden tükettiğini iddia ediyor. İddia bununla da
kalmıyor. Platform sözcüleri kaçak GDO'lu tohumların Türkiye'de ekim alanı bulduğunu
da söylüyor. -
SİNAN AYGÜN-
Rapora ilişkin değerlendirmelerde bulunan ATO Başkanı Sinan Aygün,sahte içki
kullanımı sonucu ortaya çıkan ölümlerin ardından Türk halkının tükettiği gıdaları daha
çok sorgulaması gerektiğini dile getirdi. Aygün, şunları kaydetti: ''Gıdadaki tehlikeler
belki had safhada değil ancak varlığı da inkar edilemez boyutlarda. Halk merdiven
altında üretilen gıdalara itibar etmemelidir. Hormon, tarım ilaçları, katkı maddeleri,
antibiyotikler sonuç itibariyle toksit maddelerdir. Bu maddelerin hepsinin insan
vücuduna zararlı olduğunu söylemek yanlıştır. Önemli olan ne dozda, hangi zamanda, ne
şekilde kullanıldığıdır. Denetim görevi ise Tarım Bakanlığı'nındır. Gıda maddeleri gözle
ya da sözle değil, bilimsel yöntemlerle denetlenmeli ve bu denetim sonuçları da halka
açıklanmalıdır. Gıda laboratuvarlarını yurt sathına yaymak zorundayız.''
-İBRAHİM YETKİN- TZD
Başkanı İbrahim Yetkin ise şunları söyledi: ''Üretim aşamasında denetim söz konusu
olduğunda, en önemli konulardan biri ilaç konusunun reçeteye bağlanmasıdır. Bu
sağlanmadığı sürece, çiftçinin gelişigüzel ilaç kullanımı ve buna bağlı olarak gündeme
gelen sorunların çözülmesi çok güç olacaktır.''
........................................................
Ana Sayfaya Dön
Genetik Yapısı Değiştirilmiş Gıdalar-GDO Tehlikeli Mi?
Maden Savaşları ve HIV/AIDS Salgını Arasında Bir Bağlantı Var Mıdır?
Zihin Kontrolü, Genom Projesi, Etnik Silahlar Gerçek Mi?
Suni Deprem Yaratılabilir Mi? Elektromanyetik Silahlar Gerçek Mi? HAARP Nedir?
Bordo Bereliler ve SAT-SAS Komandolarımızın Sıradışı Eğitimi
Türkiye'de Atom Bombası Var Mı?
NOT:BU SAYFADAKİ BÜTÜN BİLGİLER İNTERNET ORTAMINDAN TOPLANMIŞTIR.BU BİLGİLERDEN SİTEMİZ SORUMLU DEĞİLDİR!
|